Başkasının taşrası
Eskiden merkezden korkardı. Şimdi fethetti. Merkezde ezikliği nedeniyle ihtiyatlı, ama taşrada biat etmeyene karşı vahşi.
Batman’ın Mêrîna köyünde doğdum, büyüdüm. O köyü ve oradaki evimizi dünyaya değişmem. Tahsil için metropollere yolum düşünce taşralı jestimi korumaya çalıştım. Şehirden bir sincap gibi korktum ama şehri tanıdım da. Sonra taşra, doktora tezimin konusu oldu. Elbette tezimde değil ama hayatımda hep “merkez”e karşı durdum. “Eh, küçücük bir köyde doğmuşsun hacı” diyeceksiniz belki ama artık taşraya da karşıyım.
Taşra merkeze karşı ve merkez odaklı tanımlanır. Çünkü dil de merkeze ait bir şey, yönler de, haritalar da. Bir ara “artık merkez dediğimiz şey bir mekân değil, bir dildir, bu da İngilizcedir” demiştim ama o konuya girmeyeyim şimdi.
Elbette taşrada tanık olduklarımı merkeze anlatmaya çalışmıyorum. Bu, taşraya rahmet okutan merkeze yaranmak olur. Hem artık temel ayrım ortadan kalktı. Eskiden taşra cahildi, şimdi merkez de cahil.
Yıllarca yazarların taşrada yavaş geçen zamanı, aydınlanmaya aç insanları, ikiyüzlü eşrafı, bir hafta geç gelen gazeteleri anlatmalarını okuduk durduk. Taşra, bir ışık çaksan aydınlanacak bir yer olarak betimlendi. Bu bahiste iki “metin” geliyor aklıma: “Bizim Köy” ve “Bir Zamanlar Anadolu’da.”
Mahmut Makal’ın önce bölüm bölüm olarak “Varlık” dergisinde çıkan, sonra 1950’de kitaplaşan “Bizim Köy”ü, merkezdeki ince ruhlu şehirlileri köylere yığmadı ama epey vah vah dedirtti. Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi ise, “Bizim Köy”ün şeklini aldığı Kemalist kozmolojinin devamıdır. O da “kendini merkezde farz eden bize” taşrada ne olup bittiğini anlatır. Hadi “Bizim Köy” tamam, ama “Bir Zamanlar Anadolu’da”da zaman-zemin sorunu yok mu? Neden filmde taşralılar hiç teknoloji kullanmıyorlar?
Pek içli doktorlar, varoluşçu savcılar, pozitivist subaylar filan. Bir doktorun odasının duvarında Beyoğlu planı. Merkeze gitmiş, orada eğitilmiş bir kamera gelip merkezin görmek istediği taşrayı anlatıyor. Jüri masaları, sosyal bilim lehçesiyle konuşanlar yiyebilir, ama biz yemiyoruz şahsen. Şimdilerde doktorlar, savcılar, subaylar o mevlit senin, bu kermes benim dolaşıyorlar. Ceylan ise tıbbiye, mülkiye, seyfiye levelında daha.
Taşra eskiden cahilliğinden utanırdı, şimdi gurur duyuyor.
Taşra artık iktidarda, merkezde, tepede. Merkezin oturduğu yerden boyuna aşağıladığı taşra kazandı. Şimdi kabalığını kurumsallaştırıyor. Merkez gibi sofistike değildi hiçbir zaman, merkezin araçlarını ele geçirince içine attığı her vandallığı yapıyor.
Seslendiğim bir merkez yok elbette. Orası ile burası aynı yer artık. Bu yüzden birkaç gözlem yazayım da tamamlayayım.
Burada mükellef bir cümle kursan, “felsefe yapma” derler. Gündelik/prosaic dilin dışında bir sıfat kullansan, “edebiyat yapma” derler. İçinden geldiği gibi konuşsan, “tiyatro yapma” derler. Dolayısıyla taşra felsefe, edebiyat ve tiyatroyu yalamış yutmuş. Hiçbir şeyi bilme gereği duymuyor, çünkü her şeyi biliyor. Her şeyi bilme bilgisi temelde şu bilgiye dayanıyor: Bilmeden de oluyor!
Eskiden merkezden korkardı. Şimdi fethetti. Merkezde ezikliği nedeniyle ihtiyatlı, ama taşrada biat etmeyene karşı vahşi. Güç göstermede pornograf.
Ama taşrayı seviyor hâlâ. Kaynağı ve kökü olduğu için değil. Garip bir nostalji. Fizik mekânı yaran, delen bir gösterişle gelip taşradan içre bakınca diyor ki: “Buranın insanı ne kadar da takvalı.”
Eskiden de böyleydi. Şöyle derdi: “Buranın insanı aydınlığa ne kadar da aç.”
Taşradan merkeze gidip taşraya dönen hep aynı şeyi hatırlıyor taşrada: Kaybettiğini!