Çıtır aileler, hayalleri ve gençler
Günümüzde artık çekirdek aileler yok, çıtır aileler var. Çıtır ailede anneler anne, babalar baba, çocuklar da her daim çocuk kalıyor.
Bambaşka bir yazı yazmak için bilgisayarın başına geçtim. İşin kötüsü masa da, bilgisayar da, sandalye de bana ait değil. Kuşadası’ndayım kısa bir süre için. Karaburun Kongresi’nden sonra bir iki günlük bir ziyaret için gelmiştim ama güzel havalara da rastlayınca biraz daha kalayım dedim. Zaten dönem başı deyip her gün heyecanla fakülteye koşturmayacaksa, bir insanın, Eylül ayında Ankara’da ne işi olur onu da henüz hiç bilmiyorum. Neyse işte Kuşadası’nın cümbürtüsü içinde yazmaya devam etmekte de epeyce zorlandım. Aslında pis giydirmek istediğim çok konu var ama içimden geldiği gibi yazamayacağıma hiç yazmayayım modeli bir oto sansür uyguluyorum galiba; bir türlü çıkmıyor bu yazılar. Gittim biraz sahilde dolandım. Gençlik 3.0’ı izledim çaktırmadan. Ebeveyn sohbetlerine kulak verdim ki valla çok düşünülesi bir durum vardı.
Zaten tavsiye üzerine, Sezen Ünlüönen’in Kıymetli Şeylerin Tanzimi romanını da okumaya başlamıştım. Romanın bir yerinde hepimizin bildiği bir durum kısa ve net cümlelerle, kristal gibi ortaya koyulmuştu. Mesela, “Ezgi kuşağının ve sosyal sınıfının bütün çocukları gibi biraz fotoğrafçı, biraz DJ, biraz kısa filmci, biraz ‘içerik üretici’ydi” diye başlıyor bir hikâye. Sonra da Ezgi’nin el mecbur grafik tasarımı okumak üzere ABD’ye gidişini, oralardan fincan fincan koyu kahve içme ve düzenli aralıklarla suşi yeme alışkanlığıyla okulunu da bitirmeden geri dönüşünü anlatıyor. Arada ailenin Ezgi okusun diye para yetiştirmek için sersefil olduğunu da biz hayal edeceğiz galiba. Şu ana kadar yazarımız o noktaya değinmedi, her şey para değil nitekim. Ezgi görece yetenekli bir genç kadın ve yazarımız da hatasıyla sevabıyla onu bağrına basacak gibi görünüyor. Romana başlar başlamaz yukarıdaki güzel betimlemeye rastlayınca yazmak istedim. Çünkü hemen yazmazsam, hikâyedeki olayların gelişimi bu konuyu yazmaya yönelik olarak romandan aldığım ilhamı kaçırabilir.
Konumuz “çıtır aileler” ve onların çocukları. Çıtır aile diyorum çünkü bence artık çekirdek aile değil, çıtır aile demek lazım. Çekirdek ailenin mesafeliliği, yerli malıcılığı, istikrarı ve çocuklar arasındaki her kavgada önce kendi çocuğunu azarlamacılığı kalmadı bu ailelerde. Çıtır aile; annenin anne, babanın baba, çocukların da her daim çocuk kaldığı bir aile. Çıtı pıtı bir aile. Kimse büyümüyor boynuzlar kulağı geçemiyor. Kimse de yaşlanmıyor bu ailede. Bizim geniş ailelerimizde evlatlar otuzlu yaşlara geldiğinde ebeveynler bir adım geri durur; “o kadar okuttuk sizden iyi mi bileceğiz” derdi, bilge ve samimi bir ses tonuyla. Çıtır aile ebeveynleri kendileri de “o kadar” okuduğu için her şeyleri her zaman biliyor. Bu ebeveynler yüz milyon bin yaşına da gelse evlatlarının sırtına terlemesin diye bez tepiştirmeyi de, akıl vermeyi de hiç bırakmıyor. Tabii ki evlatlar da içleri şiştiğinden o akıllardan baloncuk yapıp hayaller âlemine doğru havalanıyorlar.
Etrafımıza dönüp baktığımızda bu çocuklardan onlarcasını görebiliriz. Birçok şey istiyor, birçok yeni adım atıyor ve her defasında bütün aileyi baloncuk hayallerinin peşinde sürüklenmeye de ikna ediyorlar. Sonra da herkesten önce bu hayalden bir halt olmaz diye mevcut baloncuğu patlatıp diğerini şişiriveriyorlar. O çokbilmiş aileler de nasıl oluyor bilmiyorum ama paradoksal biçimde bu kez o yeni balonun patlamayacağı ümidine kapılıyor. Sonrası hep hayal kırıklığı… Ailelerin her şeyleri bildikleri halde çocuklarına hiçbir tavır koyamaması, bir yönlendirme yapamaması, elde avuçta ne varsa çocuklarla birlikte ürettikleri koftiden hayaller için savurması da çıtır ailenin giderek daha sık içine yuva(r)landığı bir hatalar silsilesi. Gerçekten de üzerine düşünmek gereken bir vaka.
Çok farklı bir yeni nesil var: Gençlik 3.0. Hayalleri çok çeşitli. Fakat kendi başına muhteşem bir potansiyel içeren bu çokhayallilik, onlara dayatılan farklı ailevi, toplumsal ve hatta siyasal talepler ve farklı akıllar vermelerle birleşince, çocukları şaşkına çeviriyor. Bir kere daha küçücükken aileler birbirleriyle yarış içinde bu bebeleri bir kurstan diğerine sürüklüyor. Baleden piyanoya, binicilikten Capoeira’ya envai çeşit kursta çocuklar yetenekleriyle olduğu kadar yeteneksizlikleriyle de ardı ardınca yüzleşiyor. Ailelerin en iyi ihtimalle savunusu şu: “her şeyden biraz anlasın istiyoruz, öyle çok şahane olacak diye bir iddiamız hiç yok.” Evet, belki bir tek dalda şahanelik iddiaları yok ama her şeyden biraz anlayan çocuk da işte başka bir şahanelik iddiası olmuyor mu? Neyse işte bilemiyorum. Ebeveynler böyle; esasen “Batılı” bir tarz içinde şahane çocuklar yaratma arzusunu, muazzam bir alaturka içlidışlılık ve mucuk mucukluk içinde hayata geçirmeye çalışıyorlar. Siyasal iktidar ve muhafazakâr toplum yapısı da, popüler kültürden eğitim alanına dek her şeye müdahale etmesiyle, çocuklara ve gençlere çeşit çeşit abuklukta modeller dayatıyor.
Popüler sinema ve televizyon dizileri mesela, ergen çocuklara yetişkin bir ilişkide bile çokça eleştirilebilecek türden sadakat, ahlak, bağlılık ve aşk kodları sunuyor. 14, 15 yaşındaki çocukların ağızlarından kaya iriliğinde sevgi ve bağlılık ifadeleri yuvarlanıyor. Kadınlara ve erkeklere yakışan eda, tutum ve davranışların tasviriyle cinsiyet rollerinin çelik gibi sağlamlaştırılması da cabası. Öte yandan allak bullak bir eğitim ortamında, küçücük çocukların zihnine, cennet ve cehennem vaatlerinin cihat düşüncesi etrafında yerleştirilmeye çalışıldığının örneklerini görüyoruz. Tam bir keşmekeş… .
Sırtlarına bunca yük yüklenmiş çocuklar, hayallerinden balon yapıp uçmaya kalkmasınlar da ne yapsınlar? Bir kısmı iddialı olduğu alanda kayda değer hiçbir şey yapmadığı ve elbette ki ünlü filan olmadığı halde “ünlü” birinin haletiruhiyesiyle yaşıyor; onu yapmam, bunu konuşmam, orada çalışamam…
Çıtır ailenin hırsları ve hayal kırıklıklarıyla beslenen çocuklar, yine de bazen mucizevî biçimde her birimizden daha net, açık fikirli, güvenli ve sağlam durabiliyorlar hayat karşısında. Bu da onların kimi zaman yollarını her türlü yanlış yönlendirmenin dışında bir yerden de çizebildiğini, diğer bir deyişle başka kaynaklardan beslenebildiğini gösteriyor. Bunu Gezi’de bütün görkemiyle gördük. Siyasetin tüm katılıklarını ve bağnazlıklarını yere çalmaları da dâhil birçok konudaki cesaretleri belki de her şeyden biraz anlıyor olma halleriyle de ilgiliydi. Resimden, müzikten, çizimden vs. Bilemiyorum. Öyle de olsa böyle de olsa, çocukların yakalarından bir parça düşülmesi gerektiği kesin. Bu yazının gençlere de haksızlık etmeden söylemeye çabaladığı şey sadece bu.
Bunu yapabilmenin en önemli yolu da sanırım ebeveynlerin biraz kendi hayatları ve kendi hayalleriyle meşgul olmalarından geçiyor. Aslında hayal kırıklığının da, mutsuzluğunun da, hatalarının da ağırlığını kendisi taşıyan ve belirli bir sosyallik içinde sorunlarının çözümünü arayan gençler de genellikle bu işlere kafa yoran ebeveynlerin çocukları. Kendi hayatından, küçük uğraşlardan ve keyif alarak yaptığı işlerden vazgeçmeden çocuk yetiştirmede inat eden, kendi olamadığı ve yapamadığı her şeyi çocuğunun olması ve yapması için gözünü karartmayan ve sonra da en ufak bir tökezlemede “ben senin için neler yapıyorum” diyerek çocuğuna yüklenmeyen ebeveynlerin çocukları daha az yalpalıyor galiba. “Ben senin için neler yaptım” demekten daha adaletsiz bir şey yok bir defa. Hele insan evladının hemen her şeyi ve hatta doğrudan çocuklarını bile sadece kendisi için yaptığı düşünülürse…