Karar vermek mi istersiniz, karar almak mı?
Bazı bilim insanları, beynimizin, daha farklı koşulları olan bir dünya için evrimleştiğine inanıyor. Zavallı beynimiz, (önceliği hareket etmek, yemek, çiftleşmek olan) kısa ve basit bir hayata alışıkken, olaylar gelişmiş. Bu nedenle günümüzün manyakça taktiklerinin, yönlendirmelerinin, pis oyunlarının hepsine hızlı ve doğru cevaplar veremiyormuş.
Her gün, büyüklü küçüklü bir sürü karar veriyoruz. Belki de alıyoruz. Karar, verilen bir şey midir, alınan bir şey mi? İki zıt anlamlı sözcük olan “almak” ve “vermek”, nasıl aynı şeyi yaptırabiliyor bize?
Bilim dünyası, bu sorularıma net bir cevap veremedi. Yaptığım çılgın araştırmalar, kafamı iyice karıştırmaktan başka bir işe yaramadığı için, kendi cevabımı kendim buldum. (Bu cevabımın, herhangi bir bilimsel dayanağı yok çünkü bir yere dayanmadan da durabiliyor. Belki güvenilirliği tartışılabilir ama memlekette bu kadar tartışma varken, bunu tartışmayalım lütfen.)
Ortada bir sürü seçenek varsa, aralarından birine karar veriyoruz. Seçenek olunca, “karar vermek” oluyor yani. Ortada seçenek filan yoksa ve (arada kafayı yeme, saç yolma noktasına gelerek) bir karara varıyorsak, o kararı almış oluyoruz.
İzninizle daha inandırıcı olmak için, örnek vereyim:
Restorana gideriz ve “1.5 porsiyon kebap mı yesem yoksa salata mı yesem, bir türlü karar veremiyorum,” deriz. Sonra kararımızı veririz ve kebap yeriz. Dikkat ettiyseniz, burada karar alınmıyor, veriliyor.
Günlerce 1.5 porsiyon kebap lüplettikten sonra, bunalıma gireriz ve her gün spor yapma kararı alırız. Dikkat ettiyseniz, burada karar verilmiyor, alınıyor. Seçenek yok. Daha kesin ve “kararlı” bir tavır var.
Karar, alınsa da verilse de zor bir iş. Nedense, tıkır tıkır çalışan beynimiz, karar sürecinde aniden donuyor. Sonra ertelemeler, “yarın düşünürüm”ler, uykusuz geceler, uyduruk gerekçeler, bahaneler başlıyor onun yüzünden. Sinir bozucu.
Daha sinir bozucu olan, kararlarımızın hepsinin gerçekten bize ait olmaması. Farkında olarak ya da olmayarak (bazen, farkında değilmiş gibi davranarak) etki altında karar veriyoruz. Her gece uyurken “Bugün de tamamen kendi irademle, hiçbir baskı altında kalmadan, tam bağımsız kararlar verdim,” diyemiyoruz.
Eric Johnson ve Daniel Goldstein’ın “Organ Bağışı Kararları” konusunda bir makalesi var. Avrupa ülkelerindeki organ bağışlama oranlarına bakmışlar. Bazılarında çok yüksek, bazılarında çok düşükmüş. İngiltere, Hollanda, Danimarka ve Almanya’da çok düşükmüş mesela. Avusturya, Belçika, İsveç, Fransa gibi ülkelerde ise çok yüksek.
Kültürel olarak birbirine bu kadar benzeyen ülkeler arasındaki bu farkın sebebini araştırmışlar ve bir de bakmışlar ki, işin sırrı, ehliyet alırken doldurulan formda.
Organ bağışı düşük olan ülkelerde, ehliyet formunda şöyle yazıyormuş: “Organ bağışı programına katılmak istiyorsanız, aşağıdaki kutucuğu işaretleyiniz.” İnsanlar, genelde kutucuk işaretlemediği için, organlarını bağışlamamış oluyormuş.
Organ bağışı yüksek olan ülkelerde de aynı form varmış. Sadece, cümle biraz farklı formüle edilmiş: “Organ bağışı programına katılmak istemiyorsanız, aşağıdaki kutucuğu işaretleyiniz.” İnsanlar genelde kutucuk işaretlemediği için, organlarını bağışlamış oluyormuş.
Buyurunuz... Bu durumda organ bağışı kararını, o formu dolduran, organ sahibi insanlar mı vermiş oluyor, yoksa o formu hazırlayan, insan psikolojisi uzmanı arkadaşlar mı?
Etkili satış ve pazarlama taktikleri arasında, kurnazlık esintili bir teknik vardır: Bir ürünü satmak istiyorsanız, bir yanına ondan daha ucuz, diğer yanına da daha pahalı bir ürün koyarsınız. İnsanlar, ortadakini seçer ve eve “Kalitesiz ve ucuz olanı da almadım, çok pahalı ve kazık olanı da... En uygun kararı verdim çünkü çok akıllıyım,” diye gider.
Bir gün, “çok pahalı ve kazık” olanı satmak isterseniz, yanına çok daha pahalısını koyarsınız. Birkaç gün önce, pahalı olduğu için alınmayan ürün, bir anda “akıllı alışveriş”in parçası olur.
Bir ayakkabıyı, 200 lira diye almayız mesela. Çünkü pahalı. Uyduruk bir ayakkabıya 200 lira verilir mi? Aynı ayakkabının üstünde, “350 yerine, 200 lira” yazarsa, alırız ama. Burada 350’nin üzerinin kırmızı bir çarpıyla çizilmiş olması önemli. Bir kırmızı çarpı, ayakkabıya 200 lira saymayı, aptalca bir karardan, çok iyi bir karara dönüştürür aniden.
İnsanlardan, reklamlardan, pazarlama taktiklerinden, medya manipülasyonlarından, genel eğilimlerden, “elalem ne der?”lerden, başkalarının kararlarından etkilenmeden karar vermek mümkün değil mi?
Neden bu kadar zorlanıyoruz? Neden biz karar verirken, beynimiz de hata veriyor? Neden saçma sapan karşılaştırmalar yaparak, yanlış kararlara varıyoruz? Neden bizden beklenen kararı vermezsek, öleceğimizi sanıyoruz?
Bazı bilim insanları, beynimizin, daha farklı koşulları olan bir dünya için evrimleştiğine inanıyor. Zavallı beynimiz, (önceliği hareket etmek, yemek, çiftleşmek olan) kısa ve basit bir hayata alışıkken, olaylar gelişmiş. Bu nedenle günümüzün manyakça taktiklerinin, yönlendirmelerinin, pis oyunlarının hepsine hızlı ve doğru cevaplar veremiyormuş.
Özetle karar verirken, bu zalim dünyanın düzenine ayak uyduramıyormuş beynimiz.
Salgıladığımız kilolarca stres hormonunu, gözümüzün önündekini göremeyişimizi, yanlış değerlendirmelerimizi, yanlış seçimlerimizi, üzerimize çöken ağırlığı, korkularımızın mantığımızın üzerini güzelce örtmesini, duygularımızın termostatının bozulmasını buna bağlıyorlar.
Ben bilim insanı olmadığım için, buna bağlamıyorum.
Karar vermek (ya da almak), beynimizin bildiklerinden çok, bizim ne istediğimizi bilmemizle ilgili çünkü. Biz ne istediğimizi bilirsek, kimsenin bize hangi kararı vermemiz gerektiğini söylemesine gerek kalmaz. Beynimizi biraz açsak, salına salına sinsice gelen yönlendirmeler, göz devirmeli baskılar işe yaramaz.
Karar: Kendi kendimize karar alalım, verelim; bizi manipüle edenleri yenelim.