Bir Cemal, bir Ahmed
İnsan kendi gibi birini görünce kendinin nasıl biri olduğunu fark eder. Ahmed ile Cemal’in macerası öyle bir şey.
Cemal Süreya ile Ahmed Arif arasında farklı bir yakınlık olmuştur. (Birine Cemal, birine Ahmed diyeceğim; çok seviyorum, buna hakkım var!) “Hasretinden Prangalar Eskittim” çıktığında Cemal uzunca bir yazı yazar. Poetik anlayışları çok farklı olmasına karşın bu yazı, Cemal’in kendisinde saklı lirizmi dostunda selamlaması gibidir.
Ahmed’in hitabıyla “Cemo kurban / Cemocan” Papirüs dergisinde konuk eder Ahmed’i. Hatta onunla ilgili bir monografi yazmak ister. Eksik kalır, bitmez, Ahmed bu, gönül koyar, bir süre.
Aralarındaki dostluğun dostluğu aşan tarafları vardır. Cemal kız kardeşini Ahmed’le tanıştırmak ister mesela. Evlenmelerini arzular. Ankara’daki bir kahvede sözleşirler. Ahmed gidemez, çünkü temiz bir gömleği yoktur.
Aralarında özel bir dil vardır, hatta gizli bir dil. Bu yazıların asıl konusu bu gizli dil aslında. Birkaç yazıda yazayım diyorum. Bu bölümde bu dilin bendeki başlangıcını anlatmak istiyorum.
İnsan kendi gibi birini görünce kendinin nasıl biri olduğunu fark eder. Ahmed ile Cemal’in macerası öyle bir şey, bence. Türkçe içinde iki yalnız “dördüncü ordulu”durlar. Nedir dördüncü ordulu olmak? İleride yazayım.
Cemo bir candır Ahmed için. “Cemocan” der ona. İkisi bir olup genç bir adamın rüyalarına dalarlar. Yirmi yıl önce, gamzelerinde gül biten bir kadın Olgunlar Sokağı’ndaki bir kitapçıya “Temocan” diye başlayan bir veda mektubu bırakır. O mektup orada hâlâ tütüp durmaktadır.
Ahmed’i ilk kez “Yeni Ülke” gazetesinde gördüm. 1. sayı, 20-27 Ekim 1990. Batman PTT’sinin önündeki bayiden aldım. İkinci sayfada bir köşe yazısı. Adı: “Evlerinin Önü Hüzün.” O gün Malatya’ya, halamlara gidecektim. Tren yorgun bir at gibi soluklana soluklana Bismil’den çıkarken okumaya başladım. Edebî hayatımı belirleyen metinlerden biri oldu. Çok aradım aynı yazıyı sonra, hiçbir yerde bulamadım. Şöyle bitiyordu, sanırım: “Evlerinin önü hüzündü, oturup ağlayamadım.”
Lise ikideyken Cemal öldü. Lise üçteyken üniversiteyi Ankara’da okumayı planladım. En büyük hayalim Ahmed’i görmekti. İlk sene kazanamadım. Ölümünden bir yıl sonra, şimdiden çeyrek asır önce otobüsle Ankara’ya gittim. İki ay önce kayıt için geldiğimde Cumhuriyet yurdunda iki gün kalmıştım, kaçak tabii. Semtin adını öğrenmiştim. Cebeci imiş. Sadece orayı biliyordum. AŞOT’tan Cebeci’ye geçtim. Araç Cemal’in okuduğu SBF’nin kapısında bıraktı. Sabaha doğruydu.
Cemal’in nefes alıp verdiği yerlerde dolaştım. Hukuk Fakültesi’nin önündeki bir bankta oturdum. SBF’ye baktım. Cemal’i görürüm sandım. Biri geldi. Yanıma oturdu. Dişlerinin yarısı kırıktı. Şivemi düzeltmeye çalıştım. Zararsız bir kaçık olduğunu anlamam yarım saat aldı.
Güneş yükselip sokaklar insanlarla dolunca Cemal’in okulundan Ahmed’in okuluna doğru yürümeye başladım. DTCF’ye. Çirkin, demir bir köprünün altından geçtim. Sonradan bu köprünün Enver Gökçe’nin anlattığı Sıhhiye Köprüsü olduğunu anlayacaktım:
Fakültenin yanı demirden köprü
Fakültenin önü bir sıra kavaktı
Biz bir garip yiğit kişiydik
Bütün hürriyetler bizden uzaktı
Faşistler camlara yürüdüler
Kürsüleri kırdılar, höykürdüler
Tığ teber şahı merdan
"Tanrı Dağı kadar Türktü bunlar
Hıra Dağı kadar müslüman."
Ve de kanlı bıçaklı düşman…
Değişen bir şey yoktu DTCF’de. Okul değil toplama kampı. Gözleri ay ışığından süzülmüş canların canını yakıyorlardı. Öyle geçti gitti. Ahmed’in sözleri isyanın Türkçeye çevirisi olarak amfileri ışıttı, Cemal’in sözleri sevdanın Türkçeye çevirisi olarak kulaklara fısıldandı.
Cemal ile Ahmed’in kıyısına varamadım. Okudum, yazdım. Cemal’in şiiri hakkında yüksek lisans tezi hazırlamaya başladım. Olgunlar’a yakın Dördüncü Kat Kitap-Kafe’de nasıl öldüğünü öğrendim. Bu “bilgi”, elimdeki kitabın son sayfasındaydı. Aşağı inip karın içinde yürümeye başladım. Telefonum çaldı. Çok sevdiğim bir dostumdu. Ona Cemal’in nasıl öldüğünü öğrendiğimi anlattım. Telefonu kapatınca günün tarihini gördüm ekranda: 9 Ocak 2003’tü; Cemal’in 13. ölüm yıldönümü!