YAZARLAR

Birey ölmüştür, Allah rahmet eylesin

Avukatların susma hakkını hatırlatmaları, aleyhlerinde delil olarak kullanıldı. Gerçekten de delildir: Susma hakkını tanımayan, işkencenin önünü açar, bu yüzden yargılanmak zorundadır. Fakat yeni Türkiye’nin yeni hukukunda hak kavramı yer değiştir: Eskiden devletin yetkileri, bireyin hakları vardı; şimdi devlet hakları da gasp etti. Artık özgür, hukuka güvenen birey yoktur, ihtimal olarak bile.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın avukatlarının tutuklanması talep edilirken, “susma hakkını hatırlatmaları” isteğin gerekçeleri arasına konulmuş. Yani delil. Daha önce de avukatlara yönelik soruşturmalarda, kaç müvekkile susma hakkı kullandırdıklarına ilişkin sayılar “tutuklama talebi için delil” olarak yargıçların önüne konulmuştu. Yine birçok sanığın tutuklanması talep edilirken, “Susma hakkını kullanarak örgütsel tavır içine girdiği” yollu ifadeler görülmüş, yargıçlar da bunları beğenerek tutuklama kararları vermişti.

Öyle ise Türk yargısına göre “susma hakkı”, tutuklamaya yol açabilecek, dahası kişinin örgüt üyesi olduğuna dair delil statüsü kazanabilecek bir şeydir; yani bir hak değildir.

SUSMA HAKKI KİME KARŞI DELİLDİR?

Susma hakkı bir delil midir? Tabii ki! Varsa, kullanılıyorsa, saygı görüyorsa, “hukuk”u ve dolayasıyla adaleti mümkün kılan bir sistemin içinde olduğunuza delalet eder. Kullandırılmıyorsa, saygı görmüyorsa, adaletin tesadüflere kaldığı bir yerde olduğunuza delalet eder. Peki “hak” değil de, “suç” sayılıyorsa? O zaman hukukla ve adaletle herhangi bir bağ kalmamıştır. Ne imkan söz konusudur ne de imkansızlık. Artık adalet o iklimin bitkisi değildir. Hukuk çölündesinizdir. Bu durum, “hukuk dışı” bile sayılamaz; çünkü hukuk dışından bahsettiğinizde orada bir yerde bir hukuk vardır ki dışına çıkılmış olsun. Susma hakkı bizatihi suç delili ise hukuk öncesindesinizdir; “hak” kavramının zerresinin olmadığı vahşi zamanlarda bir yerlerde.

Susma hakkı neyi sağlar? Suçlanan kişinin, kendi ifadeleri dışında bir delil bulunması mecburiyetini yükler sisteme. Anayasal “kimse kendi aleyhine delil vermeye zorlanamaz” ilkesi bunun koruyucusudur. Suçlanan susar, fakat soruşturma ve kovuşturma yetkilileri atılı suça dair delilleri toplar, önüne koyar, izah eder, suça ilişkin öyküyü inandırıcı biçimde kurar ve cezayı verir. Sanığın konuşmaya mecbur bırakılması, işkencenin serbest bırakılmasıyla aynı şeydir. Hani bu aralar kullanıla kullanıla anlamsızlaşma eşiğine gelmiş bir laf var ya, onun gibi: Faşizm susma değil konuşma mecburiyetidir, o olur. Konuşmanın mecbur olduğu ünlü bir yargı düzeneği de vardır aslında: Engizisyon.

İKİ AYAKLI YARGI

Olağan bir yargı sisteminde, susma hakkını tanımayan kolluk, savcılık ve yargıçlık makamlarını dolduranlar yargılanırlar. Yargılanırlar çünkü, temel hukuk ilkelerini çiğneyerek yargısal faaliyette bulunduklarını öne süremezler. Yaptıkları suçtur.

Susma hakkının bu şekilde tersine çevrilmesi, sadece herhangi bir sanığın ya da sanıklar grubunun “savunma” imkanını yok etmez, aynı zamanda yargının kendisinin de feshi anlamına gelir: Susma hakkı tanınmadığı anda, susma hakkını hatırlanan avukat yargı önüne çıkarılır. Yargı artık, iki devlet görevlisinin, aynı idari makamlara bağlı savcı ile yargıcın oyun alanıdır. Yargı diyalektiği kırılmıştır; tez antitez, sentez yoktur, hak kavramı ölmüştür, dilsizleştirilmiş birileri hakkında istedikleri cümleleri kurup yazıp hüküm diye ilan eden iki figür kalmıştır.

İki ayaklı bir yargı, yargı-yok demektir. Yargı sadece üç ayakla yürür. Bu nedenle 12 Eylül gibi ağır faşizan koşullarda bile darbeciler, hiç hoşlanmasalar da, avukatların asgari bir düzeyde de olsa sistem içinde olmalarına tahammül etmeyi tercih etmişlerdir. O dönemden ünlü avukatların adını bilmemizin sebebi de budur. Elbette cunta dönemlerinin hiçbirinde “hukuka uygun” yargılamalar yapıldığını söylemek mümkün değilse de, “susma hakkı”nın bu şekilde tersine çevrilmesi, hukuksuzluk tarihinde özel bir dönüm noktasına işaret ediyor.

SON ÖRNEK: AYHAN BİLGEN

Yeni Türkiye’nin yeni hukuku, “hak” kavramının yerini tamamen değiştirmiş, devlete, sahip olduğu yetkilerinin yanında bir de “hak”lar manzumesi vermiş; hal böyle olunca da tanımı gereği “devlete karşı” ve bireyden yana olan “hak”lar ise yok mertebesine indirilmiştir. Daha önce KCK avukat dosyalarında gördüğümüz “susma hakkı”nın bu şekilde değerlendirilmesi, bu dönem kural olmuştur.

En son, HDP’li politikacı, yılların insan hakları savunucusu Ayhan Bilgen’in tahliye kararına savcılığın itiraz etmesi üzerine tekrar tutuklanmasıyla “yeni hukuk”un niteliği bir daha perçinlenmiştir: Olağan bir hukuki işleyişte “tahliye kararına itiraz” diye bir yetki söz konusu değildir. Fakat, bireylere tanınan tutuklamaya itiraz hakkı, sanki savcılara da tanınmış gibi işlem yapılmasında bir sakınca görülmemektedir artık. Çünkü devlet ve görevlileri sadece anayasal-yasal yetkilerle donatılmakla kalmamış, yetkilerin yanı sıra aynı anayasa ve yasalarda bireylere tanınan tüm hakları da gasp etmiş, uhdelerine geçirmişlerdir. Mahkemelerde yok edilen sadece savunma değil, avukatlık mesleğini yapanların yetkileri değil, fakat sanık sandalyesi denilen şeye oturacak bireylerin kendileridir. Tanımlı bir hukuka uygun yaşama hakkına sahip yurttaş artık yoktur.

Barolar Birliği duyuyor mu? İstanbul Barosu? Yoksa Barzani’ye karşı sınıra hukuk taburları sevk etmekle mi meşguller?

NOT:

Yazı yayına girdiği saatte durum belirsizdi, artık net. Avukat Behiç Aşçı, Avukat Ayşegül Çağatay, Avukat Süleyman Gökten, Avukat Aycan Çiçek, Avukat Şükriye Erden, Avukat Özgür Yılmaz, Avukat Ebru Timtik, Avukat Naciye Özdemir, Avukat Zehra Demir, Avukat Yağmur Ereren, Avukat Aytaç Ünsal, Avukat Didem Ünsal, Avukat Engin Gökoğlu ve Avukat Barkın Timtik dün gece sevk edildikleri mahkemelerce, gece yarısından sonra tutuklandı.

Suçlamaların özü, “cezaevinde müvekkilleriyle görüşmek” ve soruşturulanlara, sorgulananlara “susma hakkı”nı hatırlatmaktı.

Baro baro deyip duruyordum, vazgeçtim artık. Kudretli barolara kayyımın zaten atanmış olabileceği ihtimali hiç aklıma gelmemişti.