TEOG tartışması: Hesabı bırakıp kaçmak
Devlet (rejim veya iktidar da diyebilirsiniz) eğitim sistemini kontrol ederek, aileler de verdikleri "terbiye" ile, yeni nesli biçimleyebileceklerine inanmak istiyorlar. Ve bu konuda saklayamadıkları zaaflarıyla kendilerini ağır hasta, çocukları da sersem etme yolundalar.
Müfredat tartışmaları daha tam soğumadan, Cumhurbaşkanı Erdoğan televizyonda öyle dedi diye, "yerine ne konulacağı sonra belirlenmek üzere" aceleyle TEOG kaldırıldı. Daha önce de, "yardımcı doçentlik ne, nerede var?" dedi diye, YÖK hemen harekete geçmiş, çalışma başlatmıştı. Bir yıl içinde on binlerce öğretmen işinden edildi, şimdi yirmi bin yeni öğretmen atanmasına hazırlanılıyor. Son elli yılda -son yirmi yılda aşırı hızlanmış olarak- defalarca değiştirilen eğitim sistemi taklalar atarak yoluna devam ediyor. Eğitim başlığı altında "politik" çıkışlar ve tartışmalar sürüyor ve bir süre daha sürecek gibi duruyor. Tartışmalar iki yönde devam ediyor. Bir tarafta "İslamcı bir rejim inşası için eğitim alanının ideolojik önceliklerle yeniden dizayn edilmesi" iddiaları, diğer tarafta eğitim gibi "hassas" bir meselenin son derece keyfi yönetimi. Bütün okulları imam hatip haline getirerek "dindar nesil" yetiştirmenin taşları mı döşeniyor? Gencecik insanların hayatları, gelecekleri, memleketin akli melekeleri iki dudak arasına teslim mi oluyor? Hangisi daha beter, hangisi daha tehlikeli, hangisi en korkutucu?
Türkiye'de eğitim meselesinin her zaman önemli bir politik başlık olması, eğitime büyük önem atfedildiğinden, ilerlemenin anahtarı olarak görüldüğünden değil. Zaten sayısal göstergeler eğitim meselesiyle aslında ne kadar ilgilenildiğini açık seçik gözler önüne seriyor. Eğitime yapılan yatırımdan, eğitim çıktılarının ölçümüne kadar her sayısal veri, bu kadar konuşulan mevzuda doğru dürüst bir şey yapılmadığını, pek bir mesafe alınamadığını gösteriyor. Bütün grafikler aşağıya doğru. İddia edilen ekonomik, sosyal ilerlemeler eğitim alanına aktarılamadığı gibi, sürekli bir irtifa kaybı yaşanıyor. Artık sasılaşmış, sevimsiz bir şaka haline gelmiş olan, "eğitim şart" kalıbı, büyük bir yalanın üstündeki yırtık pırtık bir perde sadece. Politik alana "reform", "devrim", "atılım" gibi kavramlarla birlikte servis edilen eğitim bahsi, hem gündelik ev sohbetlerinin en ağırlıklı gündem maddesi, hem de parti programlarının en çok sayfa tutan bölümü.
Peki tahsil ve terbiye meselesinin şehvetle ve sanki en temel meseleymişcesine konuşulmasını sağlayan ne? Birinci neden; makro düzeyde devletin, mikro düzeyde ebeveynlerin aslında daha çok kendi iktidarlarıyla ilgili olarak, arkadan gelenlerin "yoldan çıkacağı" korkusu ve "soyun - rejimin bekçileri" yaratma hülyası arasında salınan kontrol ihtiyacının bu başlık altında ele alınması. Devlet (rejim veya iktidar da diyebilirsiniz) eğitim sistemini kontrol ederek, aileler de verdikleri "terbiye" ile, yeni nesli biçimleyebileceklerine inanmak istiyorlar. Ve bu konuda saklayamadıkları zaaflarıyla kendilerini ağır hasta, çocukları da sersem etme yolundalar. Anlattıkları ve kabul ettirmeye çalıştıkları şeye mi, ikna etmeye çalıştıkları çocuklara mı, yoksa kendilerine mi güvenmiyorlar bilinmez; ama bir türlü huzur bulamadıklarından durmadan oynadıkları ve konuştukları bir mevzu eğitim. İkinci neden ise, genç bir nüfusa sahip Türkiye'de "eğitim çağındaki" nüfus ve onların birinci derece yakınlarının toplamı itibariyle çok büyük bir kalabalığın bu sözcüğe "duyarlı" olması. Ancak bu duyarlılık bir özen işaret etmiyor, söz konusu reyting "kar tatili" haberlerine gösterilen ilgiye benziyor daha çok.
Gelelim son yaşananların işaret ettiği tehlikeler veya tehlikenin asıl kaynağı hakkındaki tartışmalara... Erdoğan'ın, uzunca bir süredir gündeme getirdiği "yeni nesil yetiştirme" hedefi, ortalama muhafazakâr - dindar kalabalık için hâlâ karşılığı olan pozitif bir vaat gibi durabilir. Fakat, atılan adımlar ve ortaya çıkan tablonun, bu "pozitif illüzyonla" ilişkisini kurmak, bu yüksek iddialı hedefin inandırıcılığına dayanak yapmak konusunda yandaş kalemler bile çok zorlanıyor. AKP iktidarının ilk yıllarında, 28 Şubat ile ayyuka çıkartılmış gerçek mağduriyet alanlarını boşaltmak ve eğitime ulaşma olanaklarını genişletme icraatı yeni adımlarla açıkça alanı daraltma, "ötekileri cezalandırma" hamlesine dönüşüyor. Her alanda "büyük başarılar" olduğundan bahseden AKP'liler, eğitimde "nereden nereye geldik" kısmında fazla söz bulamıyorlar. Hatta, eski ve yeni cumhurbaşkanları Gül ve Erdoğan'ın bile "eğitim konusunda yeterince başarılı olunmadığı" yolunda itirafları mevcut. Başarısızlığın bu kadar aşikar olduğu alana iktidarın en iddialı hedefini yerleştirmek ne kadar inandırıcı olabilir? Herkesi imam hatipli yapmak, sekülerlere zorla din öğretmek gibi rövanşist taarruzlar kaç ebeveyni tatmin eder?
Bir süredir iktidar kendi tabanına ekonomik, sosyal ve kültürel olarak yeni alanlar, imkanlar ve ufuklar açamadığı gibi, onlara "elindekileri kaybetmemek için kendisini desteklemeye mecbur" olduklarını söylüyor. Bir de, "ötekileri" ulu orta döverken bu gösteriyi alkışlamaya zorluyor. Artık gelir dağımında ciddi emareleri beliren ve çeşitli alanlarda hissedilmeye başlanan bu adaletsiz durum, eğitim alanında daha uzun bir süredir yürürlükte ve daha önemlisi hayli görünür. Mevcut eğitim verilerine bakıldığında, "yeni nesil yaratmak" şöyle dursun, ihtiyaç duyulacak "personeli" yetiştirmenin bile zor olduğu görülüyor. Her alanda uydurulan "başarı hikâyelerinin" bir örneğini eğitim konusunda üretmiş kimse yok. Çocuklarının daha iyi bir eğitim alacağına ilişkin beklentisi giderek düşen (çoğu muhafazakâr) ortalama ebeveyn, susmak, hatta alkışlamak zorunda bırakıldıkları yüzünden çocuğuna "ayıp nedir" anlatamaz, "terbiye veremez" hale gelmiş durumda. Kendi çocuğunun, ümmete, memlekete faydalı yeni neslin bir neferi olacağından değil, kendisine saygılı, başının çaresine bakabilen bir insan olup olamayacağından şüpheli insan sayısı artıyor.
İşte TEOG tartışmalarına bir de buradan bakılabilir: Acaba, Erdoğan AKP'nin tamamlanmaya yakın hikâyesindeki bütün başarısızlık alanlarından kendisini ayrıştırmak için hamle mi yapıyor? Faiz meselesinde yaşananları hatırlayalım: Cumhurbaşkanı konuyla bir danışman, ruhani lider veya "üst akıl" gibi irtibatlanıp yalancı bir kavga başlatmış ve sonunda faizin fiilen arttığı, sıcak para girişine devam edilen düzen sürmüştü. İdam meselesindeki yaklaşımı hatırlayın: "Bana getirirseniz imzalarım" gibi, öznelerin iyice tuhaflaştığı son derece anlamsız bir çıkışı defalarca tekrar etmiş, meydanlarda kalabalıkları "idam isteriz" diye bağırtmış ama genel başkanı olduğu parti bir teklif getirmemişti. Davutoğlu hükümetiyle çıkarttığı "FETÖ ile mücadelede yalnız bırakıldım" şikayeti, AKP ile çıkarttığı "metal yorgunluğu" arızası da, Avrupa ile sürekli tekrarlanan "kararlarını versinler" çıkışları da benzer meseleler aslında. 2019 hedefine yürüyen kişiselleşmiş iktidar, negatif her izden, her başarısızlıktan uzaklaşıp faturaları uygun ellere bırakmak niyetinde. Bu haliyle konunun gündeme gelişi, “yeniyi” kurmaktan çok, “enkazı” satmakla ilgili olabilir.