Eylül’ün götürdükleri
Geldi geliyor, gitti gidiyor derken yıl bitiyor. Eylül’ün sonuna geldik. Önümüzdeki hafta onu da uğurlayacağız. Sonrası, en sevdiğim mevsim: Sonbahar. Daha güzel deyişiyle, hazan. Hüznü çağrıştırır –ki aynı kökten gelir gibi görünür ama hüzün kelimesinin kökü Arapça, hazanın ise Farsça. İbranicede bambaşka bir anlamı var: Sinagogda ilahi okuyan kişi! En az sonbahar kadar güzel.
Kelimeler üzerinden gitmeyeceğim elbette, mevzu Eylül. Sonbaharın ilk ayı; kış öncesi bir nefes alma hâli. Ay başlarken bir yazı yazmış, hatırlattıklarına değinmiştim. Bu kez bizden aldıkları üzerinden ilerleyeceğim. Bütün güzelliğine rağmen büyük acıların yaşandığı bir ay Eylül: 6 – 7 Eylül bir yanda, 12 Eylül diğer yanda. Aldıkları, acıyı artırıyor. Bilhassa ayın sonuna doğru trafik sıklaşıyor. Ruhi Su, Fikret Kızılok, Zeki Müren ve Neşet Ertaş, farklı yıllarda birbirine yakın tarihlerde aramızdan ayrıldı. Bela Bartok, Maria Callas, Richard Wright, Jimi Hendrix, Miles Davis ve Victor Jara, Eylül’de bu dünyayı terk edenlerin bir kısmı.
RUHİ SU VE VİCTOR JARA: KESİŞEN YOLLAR
Ruhi Su ve Victor Jara’nın kaderi bir noktada kesişiyor: Darbe. Victor Jara, 11 Eylül 1973’te Pinochet’nin yaptığı darbe sonrasında Santiago stadında toplanan binlerden biriydi ve şarkı söylediği için öldürüldü. Önce gitarı kırıldı, sonra parmakları. Hıncını alamayan askerler, herkesin önünde ona ölümüne işkence etti. Çevresindekiler de bundan nasibini aldı elbette: Santiago Stadı, Şili Darbesi’nde bir işkence mekanına dönüştü. 12 Eylül 1980 günü Kenan Evren ve arkadaşlarının yaptığı darbe bundan farklı değildi. Daha ilk günlerinden itibaren pek çok insan asıldı, işkenceyle öldürüldü. Erdal Eren’den İlhan Erdost’a uzanan bu genç ölümler, tarihimizin karanlık noktaları. Ruhi Su’nun ölümü de bu dönemle alakalı çünkü yakalandığı hastalıktan kurtulmanın tek yolu vardı: Yurt dışında tedavi. Her şey ayarlanmışken, devlet pasaport vermediği için gidemedi. Hastalığının son deminde hakkı olan pasaportu aldı ama çok geç kalınmıştı. O dönem memleket içinden ve dışından pek çok insan, Ruhi Su’nun sesini duyurmak için çabaladı ama olmadı. Ruhi Su, göz göre göre ölüme terk edildi.
Fikret Kızılok, Zeki Müren ve Neşet Ertaş, art arda gitti. 24 Eylül 1996’da Zeki Müren’i, 22 Eylül 2001’de Fikret Kızılok’u kaybettik. Neşet Ertaş, 25 Eylül 2012’de bu dünyayı terk etti. Her biri, dalının en büyüğüydü. Zeki Müren, Türkçeyi en doğru kullanan sanatçıydı ve söylediği her şarkıyı meşhur etti. Fikret Kızılok, halk müziğinden elektronik müziğe uzanan enteresan denemeler yaptı, onlarla adından söz ettirdi. Neşet Ertaş, abdal kuşağının son temsilcisiydi. Ölümüyle sahiden bir devir kapandı.
Şanslıyım, Fikret Kızılok ve Neşet Ertaş’ı sahnede izledim. Zeki Müren’i şarkı söylerken görmedim ama Bodrum’da Bardakçı Koyu’nda bana el sallamışlığı var. Ortaokula yeni başlamıştım ve o güne kadar gördüğüm en meşhur insandı. Sonradan da değişmedi bu: Zeki Müren, nazarımda hep “en büyük” oldu. Sadece yaşadığı dönemde değil, sonrasında da kuşakları etkiledi. Kimse onun gibi olamadı, onun bulunduğu yere ulaşmaya çalışanlar yarı yolda kaldı. Halk müziğinden alaturkaya, alafrangadan arabeske uzanan repertuvarı, dinleyicisi sayısının büyüklüğünü açıklayan durumlardan biri. Sadece o değil, tarzı, tavrı, sahnedeki duruşu ve yaptıkları, onu bu mertebeye ulaştıran diğer şeyler.
ZEKİ MÜREN HADİSESİ
Birkaç yıl önce bir lisede “şarkılı memleket tarihi” anlatırken perdeye yansıttığım Zeki Müren fotoğrafı, öğrencilerden birini şiddetle rahatsız etmişti. Tepkiyi bugün gibi hatırlıyorum: “Kadın mı erkek mi belli değil, görmek istemiyorum bunu” demişti itirazında. Tanımıyordu. 12 Eylül ve sonrasında palazlananların en büyük özelliği, belleksiz bir toplum yaratmak. Başardılar. Zeki Müren gibi çok önemli bir figürle liseye kadar karşılaşmamış olmak başka türlü açıklanamaz. İtirazcı genç arkadaşla karşılıklı konuşarak mutabakata vardık. Ona Zeki Müren anlattım, şarkılarını dinlettim, sevdi. Sevmeyeni yok zaten. “Büyük” dedim ya, sahiden büyük.
Zeki Müren, şanslı. Ona bu genç arkadaşımız gibi bakan olmadı. Toplumun her kesimi onu çok sevdi. Şüphesiz bunda en büyük etken, eşsiz yorumu: Bir şarkıyı Zeki Müren’den dinlemek, o şarkıyı sahiden dinlemek anlamına geliyor. Temiz Türkçesi, tane tane ve vurgulayarak okuduğu sözcükler, şarkıyı anlamamızı ve duymamızı sağlıyor. Bu bahiste hep aynı örneği veriyorum ama ıskalarsam olmaz:
Meşhur Sadettin Öktenay şarkılarından “Sevil de Sevme”de geçen dizelerden birini yıllarca “inan ki gençlik gül tende solar” olarak söylemiştim. İlk dinleyişimde öyle kalmış, sonrasında düzelten olmamış. Şarkıyı Zeki Müren’den dinlediğim gün hatamın farkına vardım. Dizenin aslı, “inan ki gençlik gülden tez solar”. Teoman Alpay’ın en sevdiğim şarkılarından birindeki tashih de Zeki Müren sayesinde: “Sen Bensiz Ben Sensiz”in en bilinen dizelerinden biri, “bir masalmış geçen yıllar / taç yapraklar elimizde…” En azından ben öyle eşlik ederdim. Değilmiş. Zeki Müren, dizenin ikinci kısmındaki ifadenin “kaç yaprak var elimizde” olduğunu öğretti bana.
Fikret Kızılok, memlekete Âşık Veysel’i sevdirdi. Ozanı, ölümüne yakın yaşadığı Sivrialan’da ziyaret etti, ondan feyz aldı ve sonrasında yolunu onun türküleriyle çizdi. Bu yolda Nâzım Hikmet’ten Ahmed Arif’e uzanan çağdaş şairlere ve Âşık Mahzuni Şerif gibi ozanlara da yer verdi. Son deminde onu romantik şarkılarıyla ya da taşlamalarıyla tanıdık ama aslında önemli bir aktarıcıydı. Yolunu Neşet Ertaş’la kesiştirmemiş olması elbette büyük eksiklik. Yine de şarkılarında onun deyişlerinden izler, onun gibi seslenişler bulmak mümkün. Bu yakınlaşmama hâli biraz da etkin olduğu dönemin getirdiği. ‘70’li yılların ikinci yarısında, saflar ufak ufak belirlenirken, Cem Karaca, Selda Bağcan, Edip Akbayram gibi isimler Âşık Mahzuni Şerif türkülerini repertuvarına aldı, Barış Manço’dan Neşe Karaböcek’e uzanan bir hat, Neşet Ertaş’ı tercih etti. Kimi isimler ikisiyle de hemhal oldu ama Fikret Kızılok gibiler, tek hattan ilerledi. Yanlış anlaşılmasın ama: Kızılok, bunu yaparken hiçbir zaman tek bir taraftan bakmadı dünyaya. Bilakis ufkumuzu açtı.
MÜHÜR GÖZLÜM HİKÂYESİ
Zeki Müren, yolunu her iki ozanla da kesiştiren isimlerden. Neşet Ertaş’la buluşması enteresan: Batılı bir düzenlemeyle yorumladığı “Mühür Gözlüm”, bir anlamda, Anadolu-pop’un ilk örneklerinden. Kaynaklarda Neşet Ertaş türküsü olarak geçer ama aslında Âşık Ali İzzet Özkan’ın. Bu hâli, yıllar önce söyleşi yapma olanağı bulduğumuz Neşet Ertaş’a sormuş, Zeki Müren’i işaret eden bir cevap almıştık:
“Bundan aşağı yukarı 30-35 sene evvel, Zeki Müren, ‘Mühür Gözlüm’ü şairinden, tapusuyla, yani bestesiyle, her şeyiyle büyük bir para ödeyerek satın almıştı. O dönemde Ali İzzet’in Zeki Müren’le beraber resimlerinin de gazetelerde yayınlandığını görmüştük. Zeki Müren, Türkan Şoray’la beraber ‘Mühür Gözlüm’ün filmini de çevirdi [“Düğün Gecesi”, Osman F. Seden, 1966]. ‘Mühür Gözlüm’ filmini seyretmeye gittik. Sözler güzeldi, ama şarkı aranjman olarak okunmuştu. ‘Mühür Gözlüm’ün sözleri kulağımda kaldı, ben bunu kendi yorumumla söyledim. Gidip geldiğim yerlerde, düğünlerde, şurada burada çalıyordum, tekrar tekrar çaldırıyorlardı. Bu şekliyle radyoda okumak istedim. O zaman Ankara radyosuna emisyonlu sanatçı olarak, yani program sanatçısı olarak imtihanla girmiştim. Bunu çalmak istediğimde teknisyenler beni durdurdu. Halk müziği şube müdürünü çağırdılar; ‘Neşet Ertaş ‘Mühür Gözlüm’ü okuyor, ne diyorsunuz?’ dediler. O da geldi, anlayışlı bir insandı. ‘Neşet çal bir dinleyelim’ dedi bana, ben çaldım dinledi. Benim de kırılmamam düşüncesiyle ‘kayda alalım, gene de yayınlamayalım’ dedi. Kayda alındı ve sonradan yayınlandı. Yayınlandıktan sonra halk bunu, benim yorumumla benden istemeye başladı ve o günden bu güne benim yorumumla bu türkü duyuldu. Herkes benim yorumumla okudu. Şimdi televizyonda çıkan bazı hazırcılar görüyorum. Evet Âşık Ali İzzet Sivaslıdır ama bu yorum onun değildir. Bunu gözümüzün içine baka baka televizyondan ‘Bu Kırşehir’in değil, Sivas’ındır’ diyenleri duyuyorum. Onlar kendilerini bilseler, şunu da bilirler ki tonlarca söz var kitaplarda ama bunca şarkıyı kulaklara ileten yorumdur, melodidir, havadır. Bunlar kendilerini bilmedikleri için gözümüze baka baka ‘Bu Sivas’ındır’ diyorlar ve ben de buna üzülüyorum. Hiç olmazsa sözleri Ali İzzet Özkan’a, yorumu Neşet Ertaş’a ait olan bir Sivas türküsü diyebilirler.” (“Türkiye’de müziğin adı: Neşet Ertaş”, söyleşi: Metin Solmaz, Müzük 4, Mayıs 1996)
Her şeye rağmen Eylül güzel ay. Son sözü, yine bir Eylül günü (21 Eylül 1975) aramızdan ayrılan Bedri Rahmi Eyüboğlu söylesin:
“Önde zeytin ağaçları arkasında yar / Sene 1946 / Mevsim / Sonbahar / Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim / Dalları neyleyim / Yar yollarına dökülmedik dilleri neyleyim…” Erol Evgin, alaturkaya göz kırptığı dönemlerde bu şiiri bestelemiş, seslendirmişti. Memlekette yapılmış en güzel şiir bestelerindendir. Şiire ve Eylül’e yakışır. Hüznün yanına küçük bir tebessüm iliştirmek istiyorsanız, vakit kaybetmeden dinleyin.Bilhassa bu fena günlerde iyi gelir.