YAZARLAR

Popülizm, faşist sağ ve liberaller

Son dönemde “popülizmin yükselişi” olarak kodlanan sürecin özünde, merkez liberal siyasetin geniş kitlelerin gözünde yaşadığı itibar kaybı yatıyor. Kurumlara duyulan güvensizlik, terörün yükselişi ve yabancı düşmanlığı geleceğe yönelik umutların da tükenmesine sebep oluyor.

Almanya seçimleri, sosyal demokratların ve Hristiyan demokratların tarihsel gerilmesi karşısında faşist sağın zaferi ile sonuçlandı. Seçim sonuçlarının Almanya ve Avrupa siyasetine olası etkileri üzerine uzun değerlendirmeler yapılacak. Bu yazıda, son dönemde giderek gündeme gelen sağ popülizmin yükselişinin ekonomik temellerine işaret edeceğim. Böylelikle, ekonomi ve siyaset gibi birbirinden bağımsız gibi duran alanlar arasındaki bağlantıları kurduğumuzda, sorun tespitinde, çözüm önerilerinde daha isabetli ve sonuç alıcı olabileceğimizi açıklamaya çalışacağım. Yazıda tartışılmasını umduğum şu argümanı ileri sürüyorum: Sağ popülizmi doğuran nedenleri ortadan kaldırmadan bu hareketlerle yapılacak mücadele, çoğu zaman kaybetmeye mahkûm.

SOSYAL BİLİMLERİN KRİZİ

Siyasal sistemleri, ekonomik sistemlerden kopuk bir prosedürler ve yasalar bütünü olarak ele almak, modern siyaset bilimi ve ekonominin en temel özelliklerinden biri. Akademik düzeyde bu ayrıştırma, analiz edilmek istenen şeyin bazı özelliklerinin öne çıkarılmasıyla ve bazı temel soyutlama yöntemleri yardımıyla yapılıyor. Ancak analiz düzeyinde gerekli olan soyutlamalar içeriksiz soyutlamalara dönüşerek, ayrıştırılan sosyal gerçekliğin yeniden birleştirilmesi, çoğu zaman göz ardı ediliyor.

Bir başka ifadeyle, açıklanmak istenen parçanın bütünle ilişkisini yeterince kurmadan yapılan analizler sonucunda, sosyal gerçekliğe ait küçük bilgi parçalarından oluşan bir puzzle ile karşı karşıya kalıyoruz. Bunun yöntemsel ve kurumsal pek çok nedeni var, detaya girmiyorum. Ekonomi ile siyaset arasındaki ayrışma, her iki bilim dalındaki araştırmacıların öznelerinin de ayrıştırılmasına neden oluyor. Sonuçta, siyaset bilimciler devletle, iktisatçılar piyasalar ile ilgilenir hale geliyor.

Bu iki alanın en çok yakınlaştığı, yatırım politikası, para politikası ya da istihdam politikası gibi siyasa (policy) oluşumu üzerine çalışan iktisatçılar ve siyaset bilimciler dahi, ekonomi politikalarının oluşumundaki sınıfsal bağlantıları ya da bunların içinde şekillendiği küresel konjonktürü çoğu zaman gözardı edebiliyor.

Sonuçta karşımıza bir yanda ekonomi alanında yaşanan anormallikler, diğer yanda da siyasi alanda yaşanan sıra dışı olaylar çıkıyor. Birbirinden kopuk gibi görünen bu iki alan arasındaki ilişkileri kurmak, hatta bir adım daha atıp bir belirlenim ilişkisi olduğunu ileri sürmek ise çoğu zaman bunu yapan araştırmacıya “determinist” ya da “indirgemeci” suçlamasının yöneltilmesi ile sonuçlanıyor. Bu sorunlu zeminden hareketle şu tespiti yapabiliriz sanırım: Sosyal bilimlerin güncel krizi, son dönemde yükselen popülizm üzerine yapılan akademik ve siyasi tartışmalarda kendini gösteriyor.

POPÜLİZMİN YÜKSELİŞİ

Son dönemde “popülizmin yükselişi” olarak kodlanan sürecin özünde, merkez liberal siyasetin geniş kitlelerin gözünde yaşadığı itibar kaybı yatmakta. Kurumlara ve kurallara olan güvensizlik, uzmanların, akademinin ve teknokratların itibar kaybı, küresel düzeyde terörizmin yükselişi, yabancı düşmanlığı ve evrensel değerlerden uzaklaşma gibi gelişmeler, farklı coğrafyalardaki geniş toplum kesimlerinin geleceğe dair umutlarının tükenmesine eşlik ediyor.

ABD’den Britanya’ya, Fransa’dan Polonya’ya, Almanya’dan Avusturya’ya, Hindistan’dan Rusya’ya ve Türkiye’ye kadar genişlikteki bir coğrafyada farklı yoğunlukta da olsa gözlenebilecek ortak bir gelişme bu. Dünyanın farklı coğrafyalarında, benzer zamanlarda ve birbiriyle ortak özellikleri olan bu hareketlerin yükselişini nasıl açıklayacağız? Basitleştirmek adına, bu ülkelerin ortak olarak deneyimlediklerinin ne olduğu üzerinde durarak açıklamaya başlayabiliriz.

DAHA FAZLA NEOLİBERALİZM

Ortak zemin şu: 2008 krizi sonrası, krizden çıkış için uygulanan politikaların, krizi doğuran politikalardan köklü bir şekilde ayrışmamış olması. Bu zemin, kısmi ekonomik toparlanma yaşanması durumunda dahi siyasi krizleri derinleştirebiliyor. Geçtiğimiz hafta Avrupa’daki gelişmeleri aktarırken bu duruma değinmiştim: 2008 krizi sonrası krizin faturasının emekçilere kesilmesi ve zenginlerin daha da zenginleşmesi, toplumsal hoşnutsuzlukları artıran en önemli gelişme oldu. Buna ek olarak 1970’lerden beri uygulanan ekonomik modelin, emeğin örgütlenme kapasitesinin ve toplumsal gücünün kırılmasına dayalı olması nedeniyle, ortaya çıkan hoşnutsuzluğu örgütleyebilecek bir sol özne bir türlü ortaya çıkamıyor.

Bu benzer ekonomik zeminde Avrupa ve ABD’nin ortak olarak deneyimlediği bir başka gelişme, Ortadoğu’daki savaşın etkilerinin gerek IŞİD saldırılarıyla gerekse de savaştan kaçan mültecilerin kendi ülkelerine sığınmasıyla yaşanıyor. Zaten ekonomik nedenlerle geleceğe dair umutları büyük ölçüde gölgelenen geniş toplum kesimlerinin gözünde Ortadoğu’daki savaş, terörizm ve mülteci dalgaları arasındaki neden sonuç ilişkileri hızlıca görünmez hale geliyor ve “yabancılar”, bu kesimlerin yaşadıkları tüm olumsuzluklar için kolayca toplan bir nefret objesi haline gelebiliyor. Tabii ki faşist sağın yıllardır süren uykusundan uyanmaya başlaması ve solun yapısal güçsüzlüğü, bu durumu kolaylaştırıcı faktörler olarak işliyor.

Sonuçta karşımıza, ekonomik eşitsizliklerden ve bunların beslediği sosyal korkulardan türeyen ve karşılıklı olarak birbirini besleyen milliyetçiliklerin yükselişi çıkıyor.

DARALAN SEÇENEKLER: SAĞ VE FAŞİST SAĞ

Bu siyasi kilitlenme, siyasi seçenekleri daraltarak seçmenleri sağ ile faşist sağ arasında seçim yapmaya zorluyor. Kısacası, 2008 krizi sonrasında neoliberal düzenin siyasi temsilcisi olan merkez siyasetin dünya genelinde çökmesi sonrasında, mevcut ekonomi politikaları sürdürmek daha sağ siyasi çizgilerin iktidarı ile mümkün olabiliyor.

Ancak ekonomi politikalarındaki değişmezliğin siyasi dengenin giderek daha sağda kurulmasına yol açması, siyasi krizi daha da derinleştiriyor. Daha kötüsü, kendini besleyen bu kriz, sağ popülizmi doğuran nedenleri ortadan kaldırmadan çözülebilecek gibi görünmüyor. O nedenle, liberal merkez seçenekler var olanı vadetmeye devam ettiği sürece, yükselen sağ popülizmlerle yapılacak mücadele, çoğu zaman kaybetmeye mahkûm.

SAĞ VE SOL POPÜLİZM

Tam da bu nedenle sağ popülizm ile sol popülizmi eşitleyen analizlere şüpheyle yaklaşmak gerekiyor. Bunun nedeni, sağ popülizmlerin ekonomik taleplerine bakıldığında bazılarında ulusalcı ekonomi politikalarını görebiliyoruz ancak piyasa sistemini ve kapitalizmi sorgulayan ve bunun ötesine geçmeye çalışan bir perspektif görmek mümkün değil. Bunun aksine, sol popülizmlerin alamet-i farikası mevcut piyasa sistemini sorgulamaları ve daha eşitlikçi bir sisteme yönelmeleridir.

Her ne kadar sol popülizmin içeriği net olmasa da, en azından ekonomik eşitsizlikleri azaltıcı ve sosyal adaleti öne çıkaran bir programla oluşturulabilecek bir basınç, sağ popülizmlerin gelişmesine olanak sağlayan ekonomi politikalarının değişmesine yardımcı olabilir. Kısacası, liberaller yükselen faşist sağa karşı bir şey yapmak istiyorlarsa, işe ekonomi politikalarını değiştirmekten başlamalılar. Tabloyu daha da karamsar hale getiren, bunun pek olası görünmemesi.

Fırsat buldukça bu tartışmayı sürdüreceğim.


Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.