Bir devrimci olarak Melih Gökçek
Elitlerin Ankara’sına karşı köylülerin, taşralıların, yeni zalimlerin Ankara’sını kurdu. Hani eskiden Ulus’a giden köylüleri tutup Haymana yoluna atıyorlardı ya, işte o köylüler şimdi Ankara’nın başına geçmişti.
Yetmiş yaşındaki Melih Gökçek, sağcılığın bütün konforu ve gücünü tepe tepe kullandı. Tipik sağcılıktı bu; herkese ait olan kamu gücüyle başkasını ezmek.
Kolay kolay gideceğe benzemiyor ama yüzündeki boş tebessümden dolayı “kusursuz bir kötü” de olamadı. Çünkü sırıtan o değil, güç onun yüzünde sırıtıyor; ona birkaç numara büyük geliyor. Zengin babalı toraman çocuklara benziyor. Topu ve bisikleti olmasa yanından geçilmez. Ama “sen kaleye geç” diyemiyor kimse ve o düşmesin diye bisikletini tutan çok!
Gözlüklerinin arkasında ezik bir taşra öfkesi oldu hep. En ufak bir centilmenliğe gerek duymadı. Cesur biri olmamasına karşın önüne çıkan herkesle düelloya tutuştu. Hasmının tabancasındaki o tek mermiyi çıkardı, şeytanın doldurma ihtimaline karşı horozu kırdı, hasmının gözlerini kapattı, ellerini arkadan bağladı ve “hakem” 10’a kadar saymaya başlarken ikinci adımda dönüp hasmını sırtından, hakemi göğsünden vurdu. Böyle kazandı. Tarzı bu. Çünkü o yerli Fouché.
Erdem bahsinde akla en son gelen kişilerden olan Emin Çölaşan’ı bile yere serebilmişti. Onunla düellosu, aslında taşra ahlakı ile merkez snopluğunun meydan savaşıydı. Karşısında kurucusu olduğu ülkede azınlık haline gelmiş bitkin bir snopluk vardı. İktidar gibi düşünme yetisini de yitirmiş bu anlayışı tadını çıkara çıkara ezdi. Kolay kazandı, çünkü rakiplerinin hiç de iyi insanlar olmadığını biliyordu.
Şehrîliğe, modern hayata, evrensel sanata, hümanist değerlere, estetik beğeniye, herhangi bir konudaki seviyeye ilişkin her şeye lümpen raconunu bile çiğneyerek saldırdı.
Elitlerin Ankara’sına karşı köylülerin, taşralıların, yeni zalimlerin Ankara’sını kurdu. Hani eskiden Ulus’a giden köylüleri tutup Haymana yoluna atıyorlardı ya, işte o köylüler şimdi Ankara’nın başına geçmişti. Armada’nın karşısında YİMPAŞ, Oran’ın karşısında Dikmen Vadisi, Hitit kursunun karşısında pırasa ağaçlar, asrî hayat mekânlarının karşısında hanım lokalleri, Batıkent’in karşısına Doğukent, restorasyonun karşısında kaba sıva, Eryaman’ın karşısında Sincan-Fatih.
Ama sağcı şehircilik anlayışı bile ağır geldi ona. Turgut Cansever’e ithaf edilen Pursaklar’da beş katlı bir gecekondu semti kurdu. Sonra kat sınırlaması kalktı orada. Gerçi zaten sağcılığın millî ve yerli mimarlık anlayışı, her yere kümbet kondurmaktır. Modernistlerin kültürel ve entelektüel iktidarına ancak bu kadar alternatif üretebiliyorlar.
Hanımlar beyler, bu noktada İsmail Kahraman’ın frak giymemesini de anlamalıyız. Çünkü Kahraman frakı reddetmiyor, frak Kahraman’ı reddediyor. Çünkü, Berger’dan ilhamla söylersek; frakın bir tarihi vardır, ama İsmail Kahraman’ın bir tarihi yoktur. Gökçek tam da burada işte. O, bir tarihin değil, bir karşı-kültürün devamı.
Cumhuriyet’in ezdiklerinin bir kısmı elitlerden daha modernist olmaya çalışırken (Kürt siyasetindeki aşırı modernlik, Cihangir rikkati vb.) bir kısmı aşağılanan her şeye dört elle sarıldı. Özal’dan sonra herkes üstüne uymayan giysiden sıkılmaya başlamıştı zaten. Yıllarca aşağılanan arabeski dinlemeye başladılar, lahmacunla viski içtiler, beyaz çorap giydiler, her kız çocuğuna Merve, her erkek çocuğuna Muhammed Fatih adını verdiler. Fatih, bugün icat edilmiş olan yerliliğe en uzak Osmanlı sultanıdır bu arada.
Oran’a değil Balgat (Erbakan) ve Keçiören’e (Erdoğan) yerleştiler. Çankaya’ya çıkmayıp Beştepe’ye saray kurdular. Çölaşangiller gibi aşağılayalım mı peki? Hayır, yaptıkları şey devrimci bir karşı çıkıştır. “Elit”in karşısına dikilen “kitsch” işte. Gökçek bu tersine devrimin yılmaz bir eridir. Onay değil, yorum bu!
Hiçbir hukukî girişim ile hiçbir siyasî tasarrufun sonucunu beklemeyen Gökçek’e bir şey olmaz. Reis de ona bir şey yapamaz. Onunla ilgili hiçbir tahmin tutmaz. Önüne çıkan Turgut Altınok’u nasıl tepelediği akıllardadır. Bunu herkese yapmıştır, yine yapar. Taşralıdır, tedbirlidir. Öyle oğlana bir, kıza bir daire bırakma tedbiri değil bu. Zekâdan ziyade reflekse dayalı bir tedbirle Altınpark’taki binalardan birinin ikinci katına bir sürü şeyi boşuna biriktirmemiştir!
Ona bir şey olmaz. Top ve bisiklet onda. Örnek verelim: Bir ara yine bir seçim vardı. Faşist siyasetçi Vladimir Jirinovski’yi Ankara’da ağırladı, oyları ikiye katlandı. “Sıcak denizlere inelim” diyen biri bu ha! Rakibi Murat Karayalçın çağırsa ona Ankara’da tek bir oy çıkmazdı, kendi oyu bile! Gökçek bu, fenalık ona yakışıyor!
En iyisi ondan nefret eden ama “iyi bir kötü” olamadığı için gıcık da kapanlar bir araya gelip top ve bisiklet alsınlar ya da başkasının topuyla oynamayı, başkasının bisikletine binmeyi istemesinler. Yoksa Gökçek, aynı gözlüklerin arkasındaki aynı ürkek gözlerle ona karşı birikenlere aynı hazla bakıp kıs kıs gülmeye devam edecektir!