Arabayı yıkatın, tozlanmış
Büyük meseleleri bıraktım bir yana; bir vakitler doğru düzgün insan diye bildiğimiz okur-yazar İslâmcılar, soyulup asfalta yatırılmış insanlarla alay eden şu Misvak dergisi denen rezilliğe dahi tek laf etmiyorlar. O kötülüğe razı gelmenin vebali olmaz olur mu, aklınızı mı kaçırdınız?
Günlerdir bir fotoğrafla boğuşuyorum, değerli okurlar. Yatıyorum, gözlerimi kapatıyorum; fakat dünyaya yatan bir insanın bakış açısından bakamıyorum; ayakta duruyor oluyorum, bir karayolunun üzerinde. Kenarında da değil, ortalarına doğru bir yerde. Görebildiğim yerde ufuk yok; yani yere doğru bakıyor olmalıyım; yine de on-on beş metre ötesi var görüş alanımda. Ayaklar, bacaklar görüyorum, dizden aşağı; bir kısmının paçaları birbirine benziyor, renkleri aynı. Siyah postallar da aynı. Geri kalan çoğunlukla siyah, yıpranmış ayakkabılar. Asfalttan bitmiş bitkiler gibi, dizden aşağı bacaklar. Bazıları kıpırdıyor, bazıları durmuş bekliyor. Muhtemelen fotoğrafın çekilmesini bekliyorlar. Fotoğrafta yere yatırılmış çıplak insanlar var. Erkeklerin görülmek istemeyecekleri bir halde, yüzükoyun yatırılmışlar. Yüzlerini göremiyoruz Allah'tan.
Tabiî bu, yakınlarınca teşhis edilmelerine engel değil. Utanç ve aşağılanma böyle yayılacak, uzak mahallelerin, köylerin içine işleyecek. Bu utancın kekremsi tadı dilleri damakları kaplayacak, tat alamaz hale getirecek insanı, yediğinden içtiğinden soğutacak, acılaştıkça acılaşacak, kimsenin yüzü gülmez olacak, böylece top mermisine gerek kalmadan, duvarlarına üç-beş aşağılayıcı ırkçı slogan yazar yazmaz kendiliğinden yıkılacak haneler.
Yatmışım, uykuya geçmeyi beklerken, az evvel fena dövülmüş, hırpalanmış, mahrem yerlerinde kan izleriyle asfaltın üstünde kıpırdamadan yatan ve başlarına geleceği bekleyen adamların âlemine geçmişim. Yıkılan şehirler âlemine. “Herkesin hakkı var, sizin yok!” âlemine. “Yiyecek bulamayacaklar!” âlemine.
Sonunda uyuyorum; aciz yaratıklarız. Ve fakat bunun bir de uyanması var. Uyanıyorum, ne görmem lazım? Tavan. Yana yatmışsam, yandaki dolabın kapağı. Veya pencere tarafı, perde falan. Ama hayır. Yere yatırılmış çıplak adamlar görüyorum. Yıpranmış bir örnek siyah ayakkabılar, postallar.
Şunu fark ediyorum: Gayretim, yerdeki adamların değil onları bu hale sokanların yüzünü görmeye yönelik. Ne olacak göreceğim de? Hiç.
Yavaş yavaş uyanır ve kaderi kabullenmeye başlarken, bu yüzleri her gün gördüğümü idrak ediyorum. Karşımızdalar. Daha fenası, aramızdalar. Daha fenası, biz onların aralarındayız.
Vahşet, dehşet, hepsi öğrenilebilen işler. Evet, bunlar burada birtakım “işler”dir. Linç hayatın doğal akışı, göğsüne devlet yetkisi takmış en ufak adamın bile sıradan insana yapabildikleri, buradaki hayatın en ufak ilkel hücresidir. Hayat bundan türer, çeşitlenir.
Bir de, bizim her şeye hakkımızın olduğu, başkasının olmadığı düşüncesinden. Yoksa duygusundan mı demeliyiz? Zira bu bir düşüncenin edinilmişliğinden, kurulup geliştirilebilirliğinden âzâde, ilişilmesi daha zor, daha derine kök salmış bir kuvvet. Doğuşta devralınan bir uğursuz kuvvet. “Ben kimim, ne halt ediyorum?” sorusunu hiçbir zaman sormamayı sağlayan yetki belgesi.
Evet, sen muhteşem insansın. Orada birkaç Kürdü dövmüş etmiş, çırılçıplak soyup asfalta yatırmışlar ve sen kaç gündür bu fotoğrafı görüyor, bununla yaşıyorsun. Ahlâksızlık, düşüklük her zaman fena veya çapsız insanların bile isteye büründükleri bir rezilâne kılık değildir ki. Seni ahlâksız yaparlar işte böyle. Ne yapalım, yaşamayalım mı? Yaşayacağız, ama ahlâksızlık içinde yüzdüğümüzü de bileceğiz.
* * *
Burası bir gazete, haber mecrası; size Ankara’nın Suriye’deki yeni macerasından sözetmeliydim. İdlib’de neler oluyor, neler olabilir, bunlardan. Veya başımıza açılan yeni okyanus-aşırı belalar, ABD ile papaz olma sürecinin yeni aşaması hakkında konuşmalı, geri plan bilgisi bulduysam aktarmalıydım. Fakat fotoğraf gözümün önünden gitmiyor.
7 Haziran sonrası, adı konmamış ve sürece yayılmış bir darbeyle seçimli-parlamentolu, az buçuk hukuklu rejimin neredeyse tamamen, bazı Kürt şehir ve kasabalarının kısmen ortadan kaldırılması, benim gibilerin barışçı, çoğulcu ve demokratik bir gelecek için umut bağladığı partinin -hâlâ süren- ezilme-yok edilme süreci, İslâmcı-faşist-ırkçı ittifakıyla toplumun tamamen düşman kamplara bölünüp savaş ortamı ve havası içinde yaşatılması, Kürt düşmanlığının eskisinden de etkin ve yaygın bir ortak payda haline getirilmeye çalışılması, bunun, yakın tarihimizin tatsız bir cilvesi olarak kendini laik-seküler diye takdim eden ahali üzerindeki tesirinin din düşmanlığından bile fazla olduğunun teyit ve tescili, aslında fiilen tek başına iktidar olmaya yetecek oy desteğini kaybetmiş bir iktidarın destekçileri arasında da hoşnutsuzluklar başgöstermişken bunu başka yere kanalize edecek herhangi bir siyasî alternatifin varolmadığının, bu zihniyet ve ezberlerle de olamayacağının kafamıza kakılıp durması… hayatı epeyce anlamsızlaştırmıştı. Çaresizlik içinde kalakalma, sürdürülebilir bir hayat şekli değil. Üstelik ne olursa olsun onurunu korumaya, dünyayı daha yaşanabilir yapmaya çalışan insanlar var; biz büyükşehir ahalisinden çok daha zor durumlarda. Ayrıca, hapiste meselâ! Ne çok insan var haksız yere hapiste; ve baş eğmiyorlar, çökmüyorlar. Velhâsıl, insan doğruluyor mecburen.
Sonra böyle bir fotoğraf çıkıyor karşısına. Adamları kimbilir nasıl dövüp sövüp çırılçıplak soyarak asfaltın üzerine yatırmışlar. Bir de fotoğraflarını çekmiş, “servis etmiş”ler. Gece geç saatlerde bu tür fotoğrafları paylaşıp eğleniyor devlet görevlileri. Kanlar içindeki “terörist” hallerini karakolların içinden fotoğraflarla paylaşmakta bile sakınca görmüyorlar. Cezalandırılmayacaklarını biliyorlar.
Bu yalnız devletle, devletin nasıl bir devlet olduğuyla ilgili mesele değil. Bizim nasıl insanlar olduğumuzla ilgili mesele. Devlet görevlileri birilerini çırılçıplak soyup asfalta yatırdığında yaşantısına hiçbir şey olmamış gibi devam eden bir toplum, sokakta kafası bozulmuş herhangi bir polis tarafından itilip kakılmayı da kabullenir, işsizlik fonunda toplanmış parasının yöneticiler tarafından yenmesini de, ücretlisinin herkesi utandırması gereken azıcık gelirinin pırıl pırıl makam araçlarında caka satan aşağılık adamlarca çalınmasını da.
Vicdandan, ahlâktan sözetmenin anlamsızlığını idrak edecek kadar “Türkiye dersi” gördüm şu yaşa gelene kadar. Lâkin bunlar varolmayınca nasıl insan toplumu olunuyor ki? İçindeki vicdan ve ahlâk hücrelerini yok etmek için böylesine azimle uğraşan başka bir toplum görmüş müdür dünya tarihi acaba? Bu kadar pervâsızca sürdürülen, bu kadar haysiyetsizce iştirak edilen din istismarı görülmüş müdür? “Oh ne güzel, rahat rahat ırkçılık yapabiliyoruz!” diye sevinen İslâmcıyı rahatsız edecek hiçbir sorgulama imkânı ve merciinin bulunmayışı nasıl mümkün olabiliyor? O Saray’ı da mı gözünüz görmüyor yoksa bal gibi, “biz kapıkuluyuz, başka nasıl yaşayalım?” mı demektesiniz? İştirak ettiğiniz suçların günahların dozu ve sayısı, günde beş yüz rekat namaz kılsanız, ayda kırk gün oruç tutsanız karşılayamayacağınız bir şeytana hizmet tablosuna yerleştirdi sizi; nasıl kurtulacaksınız? Hayrettin Karaman mı gelip teker teker elinizden tutup çıkaracak oradan? Büyük meseleleri bıraktım bir yana; bir vakitler doğru düzgün insan diye bildiğimiz okur-yazar İslâmcılar, soyulup asfalta yatırılmış insanlarla alay eden şu Misvak dergisi denen rezilliğe dahi tek laf etmiyorlar. O kötülüğe razı gelmenin vebali olmaz olur mu, aklınızı mı kaçırdınız? “Merhametsiz olun” diyen bir ilâhî buyruk, “haysiyetsiz olun” diyen bir peygamber iletisi yoktur; nerede kaldı “zalim olun, şerefsiz olun” uygulamaları! Geçtim. Hayatı numara, entrika, yalan, iftira, alkış tutkusu, daracık alanda hakimiyet didişmeleri ve yabancı düşmanlığından ibaret ve icabında devletten daha devlet bir muhalefet hattından kurtuluş bekleyen, fakat asfalta yatırılmış çıplak insanlara gözü kapalı bir ahali, bugünkünden daha iyi hangi iktidara hayat verecektir? “Ama PKK!” bahanenizdir; sevmediğiniz, istemediğiniz şey, Kürtlerle eşit olma ihtimalidir. Ezecek, üstünlük taslayacak kimsenin kalmaması “tehlikesi”dir. Erdoğan+Bahçeli, önderlerinizdir, Kılıçdaroğlu zaman zaman iç rahat ettirmeye yarayan bir aksesuar.
Gözümün önünden gitmeyen fotoğraflara yenileri eklendikçe, bunlardan kurtulabilmek için geçen süre ve harcadığım çaba artıyor. Umarım bir gün kurtulamayacağım aşamaya gelmem. Ne de olsa insan bütün bu zulmü ve vurdumduymazlığı birilerinin yanına bırakmama hayalinden vazgeçemiyor.
Özetle şu: Asfalta yatırılan hepimiziz. Dövmüşler, sövmüşler, soymuşlar… Bir de bakılmış ki, içimizden haysiyet çıkmamış. Hırs varmış, kin varmış, düşüncesizlik varmış, cehalet varmış, ırkçılık varmış, her türlü melanet varmış, lâkin o yokmuş.
Fotoğraf çekildi. Polis ve jandarma, yere yatırdığı çıplak adamları alıp gider, karayolu trafiğe açılır birazdan, merak etmeyin. Arabayı bir yıkatın yalnız, tozlanmış. Telefonu yerleştirmek için de alt kısmı cama yapıştırılan vantuzlu ufak nesnelerden alın, çok pratik.