Puslu hatıraların yazarı
Nobel Edebiyat Ödülü bu yıl, hem yeterince edebi hem de yeterince popüler bir romancıya, günümüz İngiliz edebiyatının en iyi yazarlarından birine verilmiş oldu. Kazou Ishiguro, hepsi de Türkçeye çevrilen romanlarında farklı türler arasında gezinirken kimlik ve geçmişi arayış temalarına sadık kalan, hikayesini sakin sakin anlatırken herkesin seveceği dünyalar kurmayı başaran iyi bir yazardır.
Beğendiğin bir yazarın Nobel almasına sevinmekte, hep bencilce bir yan var. Kendi tercihlerinin onaylanmasından duyulan memnuniyetle alakalı bir şey. Dolayısıyla bunu çok da abartmak istemiyorum, ama Kazuo Ishiguro’nun Nobel Edebiyat Ödülü almasından duyduğum sevinci de saklayacak değilim…
Nobel ödüllerinin tuhaf bir tarafı vardır. Çoğu kez pek az kitabı Türkçede yayımlanmış, pek tanımadığımız, hatta bazen hiç adını duymadığımız yazar ve şairlere verilir. Bu kez İsveçli seçici kurul, görece genç, best seller tabii ki değil, ama bütün dünyada tanınıp okunan bir romancıdan yana verdi kararını. Son birkaç yıldır içinde Bob Dylan’ın da olduğu sürprizli kararların ardından Nobel Ödülü’nün neyse ki bildik sulara döndü. 2010’da Orhan Pamuk’tan bu yana Vargas Llosa ve Doris Lessing benzer isimler olarak Nobel tarihine geçmişti. Şimdi bir kez daha ömrünü roman sanatına adamış bir yazar bu ödülü boynuna asacak. (Evet Nobel Ödülü, bir berat, bir madalya ve bir de dolgun çekten oluşur…)
İngiliz edebiyat çevreleri de sonuçtan memnun görünüyor. Aslında uzun yıllardır adı bu ödül için geçen ve Ishiguro’dan sonra artık Nobel alması neredeyse imkansızlaşan diğer göçmen İngiliz Salman Rüşdi bile “eski dostu Ishy” için sevinçlerini dile getirmiş. Tıpkı, dört sene önce vatandaşı Alice Munro’nun aldığı ödülü abartılı bir sevinç, takdire şayan bir olgunlukla karşılayan Kanadalı Margaret Atwood gibi.
Bu ortak memnuniyette tabii ki Ishiguro’nun hem edebi niteliği yüksek, bu alanda arayışlarını sürdüren güçlü bir yazar olması, hem de yeterince popüler bir isim olmasının rolü büyük. Ishiguro bir Japon, ama İngiltere’de yetişmiş ve İngilizce yazıyor. O nedenle hiç tartışmasız İngiliz edebiyatının bir parçası. Yazdıklarında Japon kimliğinin izleri gayet açıktır. Hatta iki romanı, ‘Değişen Dünyada Bir Sanatçı’ ile ‘Uzak Tepeler’ tamamen Japon karakterler hakkındadır. Öte yandan büyük eski malikaneleri, aristokratları, yatılı okulları, burjuvaları, erkek kulüpleri, hizmetkarları ile hepsinin gündelik hayatına dair detayları anlatma gücüyle alabildiğine İngiliz bir yazardır. ‘Günden Kalanlar’ tamamen bu İngiliz yaşam ve düşünce biçimine dair bir romandır mesela. Ya da ‘Öksüzlüğümüz’, her ne kadar önemli bir kısmı Uzakdoğu’da geçse de aslında 30’lardaki İngiliz üst sınıfları harika anlatan bir kitaptır. Ama sanıyorum ki Ishiguro, kendisini iki milletli olmanın ötesinde gören bir yazar. 2010 yılında Sunday Times’da yayımlanan bir röportajında ‘çok da İngiliz’ yazmamak için özen gösterdiğini anlatıyordu. Okurlarının çoğunun kendisini çeviriler aracılığıyla ya da ‘ikinci, hatta üçüncü dil olarak öğrendikleri İngilizceyle’ okuduklarını fark edince şuna karar vermiş: “Yazarken Londra’da tanıdığım insanları temel alan varsayımlarla hareket etmemeli ve her zaman yazdıklarımın çevrildiğinde de manalı olabilmesi için dikkatli davranmalıyım.”
Ishiguro'nun en çok etkilendiği yazarlar Dostoyevski ve Proust
Roman sanatının bilinen farklı türlerinde gezinip, onları esnetip eğip bükerek yeni biçimler deneyen yaratıcı bir kalem. Polisiyeden bilim kurgu ve fantastiğe pek çok farklı türe sokabileceğimiz romanlar yazdı bugüne kadar. Tamamında kendi dünyasının temalarına sadık kalan bir ortak dil kurmayı başardı. Ödülü selamlayan yazıların çoğunda dile getirilen ‘melankoli’, tüm karakterlerinin ortak meselesi olan hafıza, kimlik ve geçmişle hesaplaşmanın ortak ifadesi gibi. Karakterlerini onları oluşturan bellek, hatıralar ve iç çatışmalarıyla birlikte kurarak okuruna kolaylıkla aktaran, o karakterin yolculuğunu merakla takip ettiğimiz bir hikayeye dönüştüren Ishiguro, aslında anlatıcılığıyla günümüz İngiliz edebiyatının da tipik bir yazarı. Ian Mc Ewan ya da Janette Winterson gibi hikayesine sadık, ‘anlam’ı satırların biraz altına ustaca gömebilen bir romancı. Yalın bir dille, metaforlara fazlaca başvurmadan, fikri metnin tamamına yayarak anlatan bir kalem. Onun kitaplarında her hikaye, her daim geçmişe bir yolculuk içerir. Her kitabında mazinin puslu hatıraları aralanırken roman kahramanları fark etmese bile biz okurlar olan biteni görürür, hayretle takip ederiz. Bazen onlar adına biz yüzleşiriz o boşa geçmiş hayatlar ya da korkunç hatırlarla...
Ishiguro’nun Türkçede bir öykü yedi romanı, yani tüm külliyatı var. Bu Nobelli yazarı okumaya nereden başlamalı? sorusuna hemen ‘Beni Asla Bırakma’ cevabını veririm. Herkesin mutlaka seveceği, geleceğe dair karamsar olmaktan çok hüzünlü, insanlığın değil bireylerin acılarına bakarak bizi uyaran ve içimizi sızlatan bir etkili roman. Pek çoklarının aksine ben bize Carey Mulligan’ı kazandıran sinema uyarlamasını da çok sevmiştim. Ama tabii ki Ishiguro’nun klasiği yine sinemaya da uyarlanan ‘Günden Kalanlar’dır. Büyük malikanelerde mükemmel bir uşak olarak harcadığı yıllarla gurur duyan Stevens'ın ‘ömrünü gözden geçirmesinin’ romanı... Garip bir dedektiflik hikayesi gibi başlayan ve Uzakdoğu’nun acımasızlığına savrulan ‘Öksüzlüğümüz’ de etkileyici bir kitaptır. Ama sanıyorum okuyana bir rüyadaymış duygusu veren ‘Avunamayanlar’, Ishiguro’nun ironisi de melankolisi de toplumsal eleştirisi de yerinde, belki de en ‘edebi’ romanıdır. Ishiguro tutkusu sizi bir kez sardıysa, okuma maceranız Gömülü Dev’e de uğrayacak ama mutlaka Uzak Tepeler’de sona erecektir…
Sevdiğimiz yazarın Nobel ödülü alması hoşumuza gidiyor, tamam. Ama insan biraz da endişelenmiyor değil. Şimdi bütün o ödül törenleri, konuşma metinleri ve dünyanın her tarafından gelecek cazip davetler arasında dolanıp durduğu birkaç mutlu sene geçirecek Ishiguro. Bu arada yazmaya pek vakit ayıramayacak, zirvede olmanın endişesiyle sıkılacak vs. Umalım ki yeni romanını kolaylamış olsun; yoksa biz sadık okurları onu daha çok bekleriz…