Kâğıda dökülen lekeler
Deyr-i Zor yolları, Batman’nın mezar evlerine, Maraş’ın Çorum’un sokakları, Dersim’in koyaklarına, Diyarbakır meydanları, Dört Ayaklı Minare, Gar Meydanı'na, Madımak Oteli’ne, Şişli’ye bağlanıyor, daha niceleriyle birçoklarıyla beraber; her biri bir labirentin sapakları oluyor, giderek büyüyen bir labirentler kompleksine katılıyorlar.
Her doğan gün bir önceki güne, bir sonraki bir öncekinden bir önceki güne, bir önceki haftaya, aylara, yıllar öncesine doğuyor… Zaman ileriye doğru değil de sürekli geriye doğru işliyor sanki, ‘işlemek’ yüklemi ne de tuhaf kaçıyor! Hiç taşmayan bir oyuk var sanki, hep içe doğru sızıyor, belki de tam tersine incecikten köpürerek dışarıya doğru sızıyor ya da kusuyor. Bir yerlerde bir biçimde balçıklaşarak birikenler sadece giderek ağırlaşan ve her şeye yapışan kokusundan hissediliyor, neredeyse hiçbir şey söyleyemeyen takatsiz konuşmaların aralıklarında tınılıyor. Sürekli olarak çağıran o olduğu halde suskunluk korkutuyor.
Gölgeler, gölgesiz bırakılanların kesifliğiyle büyüyor da büyüyor, taşınması giderek ağırlaşan yüklere dönüşüyor. Gözü kapatmak işe yaramıyor, uğultular sökün ediyor, kulağı tıkamak nafile, bedenler bütün organlara sirayet etmiş kasıntılarla sarsılıyor: Kaçış yok! Sayıları her geçen gün artan anmalar, “unutmayacağız”, “unutursak kanımız kurusun” demeler yetmiyor, yetemiyor. Günlerin, haftaların, yılların, on yılların, yüzyılın uğraklarında olanların, yaşananların –‘yaşanan’ ne abes, ne pornografik bir ifade! Ne kadar da az yaşanıyor, ne kadar da az yaşanmış!- arasındaki bağlantılar, her geçen günle daha bir güçleniyor sadece. Deyr-i Zor yolları, Batman’nın mezar evlerine, Maraş’ın Çorum’un sokakları, Dersim’in koyaklarına, Diyarbakır meydanları, Dört Ayaklı Minare, Gar Meydanı'na, Madımak Oteli’ne, Şişli’ye bağlanıyor, daha niceleriyle birçoklarıyla beraber; her biri bir labirentin sapakları oluyor, giderek büyüyen bir labirentler kompleksine katılıyorlar.
Ne kadar hatırlanmaya çalışılsa da hatırlamanın sınırlarına ulaşılamıyor, nasıl ki ne kadar unutmaya çalışılsa da unutmanın sınırlarına ulaşılamayacak olması gibi; insani yetiler çok parçalı bir denklemin testinde sanki. Gölgesizliğe terk edilenler dağ gibi büyüyor sadece.
Kötülük binbir türlü haliyle dal budak salıp kesifleşirken, ucu bucağı her neredeyse görünmezken orada burada “bu kötülüklerin bir dibi var mı?”, “bunlar da mı insan?” soruları yankılanıyor. Birer yanıt olmayan “böyle gitmez elbet”, “her şeyin bir sonu var, olmalı” cümlecikleriyle kaygılar duyguları kemirip duruyor.
Binlerce, on binlerce ağıt tutmuşken dağları, umudun adımları tahrip oluyor. Sokaklardan hanelere kuşaktan kuşağa acının anıları emanet ediliyor. “Mevsim Yas”ın (1) hikâyeleri kendilerinden önceki hikâyelerde yankılanarak sonrakilerin çoğalıp duran hayaletleri oluyor. Acının mekân tuttuğu, düşünceyi, duyguları kurutup pul pul döken hikâyelere istemeye istemeye kendisini bağlanmış buluyor bedenler. “Ağız dolusu gülmeyi özledim”lere, “bugün de kötü bir şey olmasın”lara, hayatı muhafaza etmenin dili mizahın koltuğunda sağaltım seansları düzenleniyor. Ama bitmiyor, ciltler dolusu hikâyelere yenileri ekleniyor. Günlerce, aylarca meydanlarda kurulacak kitlesel terapi seansları yetmeyecek sanki az biraz feraha kavuşabilmemiz için.
Örgütlü kötülüğün hakiki neferleri “susma hakkımı kullanıyorum” diyerek olan bitenler karşısında dilleri lâl olanlara, gözleri handiyse kuruyup çatlamış olanlara ağız dolusu sunturlu küfürler savuruyorlar. İnsan denen, insanlık denen garabetin hafsalayı zorlayan numuneleri olarak caddeleri, sokakları, mahkeme salonlarını tutuyorlar. Sunularla, saçılarla ödüllendirilmiş bunca tanrıçanın, tanrının mekânı gürültüye gelip kapı arkasında unutuluşa terk edilmiş sanki. Satış akitleri kesilmiş bunca ruh için iblis bile kederli, bu kadarını beklemiyordu çünkü.
“Yapılan hiçbir kötülük karşılıksız kalmaz, elbet bir gün karşılığını bulur” diye diye ilahi adaletin tecelli edeceği günü bekleyenlere her yeni gün yeni çelmeler atmaya devam ediyor. Bekleyişler çürüyor.
Binbir türlü biçimiyle ölüm izlerini, işaretlerini her bir yana dağıtırken yaşama gücünü arttıracak, ayakta kalmayı sağlayacak devalar azalıp dura dursun bir yandan. Diğer yandan bu kaygılı gidiş, ahlâkî ilkelerle ilgili savları giderek daha çok etkisi altına alıyor, onları birer ikişer masaya yatırmayı zorluyor, kurbanı olduğumuz kurgulardan kaynaklı yersiz beklentilerin, eblehliğimizin sonucu olan hayal kırıklıklarını sigaya çekmeye çağırıyor hakiki aşırılığın, ölçüsüzlüğün gününün geldiğini fısıldayarak. Öte yandan kötülüğün, ölümün bağrında, güçsüzlüğün sınırlarında hayatı yaşatacak, yaşanılır kılacak yeni eczaların terkipleri orada burada hazırlanmaya çalışılıyor, parça bölük olsa da.
“Omuzlarımızdaki nedir bu yük?”, “üzerimize çökmüş olan hangi eksiklik ya da hangi fazlalıktır?” soruları hafsalamızı daha bir zorlarken ufkumuza giren yanıtlar tatmin edicilikten çok uzaklar belki. Ancak aslolan yanıtlar değil, sorular; ne kadar çoğalırlarsa o nispette isabetli, doğru olanlarına ulaşmak imkân dâhilinde, o nispette de karanlığın dağılmasına kapı aralayacaklar. Evet aslolan sorular, ölçüsüzce sorulan sorular!
(1) Mehtap Ceyran, 2017, Sel Yayınları.