YAZARLAR

Sıkıcı bir yazı

Adamakıllı sıkılsak belki bir şeyleri değiştirecek gücü de buluruz. Yoksa daha böyle çok bekleriz. Gökçek bir musibet çıkarsın. Kılıçdaroğlu yumruğu masaya indirsin. Akşener orta sa(ğ)hadan vurup götürsün. Olmuyor. Olmaz. Biraz daha sıkılacağız. Mecbur…

Hayat cilve cilve üzerimize geliyor. Sonuçta Melih Başgan değiliz. Her tür varoluşsal meseleden azade, porselen bir Çin bebeğinin manasız gülümsemesiyle, buyur edip sonra da uğurlayamıyoruz hayatın cilvelerini. Hayat ve hakikat bize bir noktada çarpıyor. Anlamaya ihtiyaç duyuyoruz bu çarpılmayı. Hiç değilse bir kısmımız bu yüzden yazıyoruz ve bu yüzden okuyoruz.

Esaslı bir yazı sağanağı altındayız. Bloglardan internet gazetelerine olağanüstü genişleyen yazı ortamları okunacak malzemeyi de çılgınca artırdı. Buralarda yazılıp çizilenler dışında süregiden “gerçek” bir hayat yokmuş gibi davranıyoruz. Herkesin okumuş olduğu bir yazıyı atlamışsak hayatı ıskalamışız gibi bir duyguya kapılıyoruz. O yüzden de eskiden “köşe yazısı” tabir ettiğimiz, bu düzenli yazıları, durup durup tam da böyle bir zamanda yazmaya başladığım için biraz mahcup olasım var. Fakat sanırım bir süre daha yazacağım. Çünkü çığlık atmaktan daha makul geliyor yazı yazmak…

Üstelik milyon çeşit formattaki dijital yazılar da geleneksel gazete yazıları da, seçerek okuduğunuzda, inkar edilemez bir tutunma alanı yaratıyor insana. Tutunabilmek kolay mı ya? “Köşe”sinden elini uzatan kimi yazarlar sayesinde, dibine kadar battığım moral bozukluğu ortamından çıkarılmışlığım çoktur. Güncel olayların sersemletici akışı karşısında kafamızı toplayıp bir şeylere tutunabilmek için ya yazacağız ya da yazılmış olanı okuyacağız. Okur yazar kesim olarak böyle bir ihtiyacımız var.

Bu yazıya da böyle başlamış olduk.

Boş bir sayfayı açıp yazmaya başlamak her daim zordur. Yazıya ve yazmaya eşlik eden ontolojik huzursuzluk başlamayı güçleştirir. Fakat yine de kimi zaman konuşarak etraflıca ifade edemediğimiz bir şey söz konusu olduğunda, “ben bunu bir yazayım” deriz. Yazı, düşünceyi dantel gibi dokur ve düzenler. Düşünce yazı aracılığıyla sökülebilir ve yeniden örülebilir. Düşünce –bence- en iyi yazarak düşünülür.

Fazlaca konuşkan olan ve olayları çok iyi hikaye eden insanlara kıyasla “sükut” olanların daha iyi yazdığı söylenir. Bir doğruluk payı var bunda. Bu konuda da Marguerite Duras şöyle diyor;  “Yazmak, konuşmamaktır da. Susmaktır. Sessiz çığlıklar atmaktır.”

Yazdığını okutmanın günümüzde hem daha kolay hem de daha zor olduğunu eklemek gerek. Bir anda yazılıveriyor birçok yazı. Yayınlanabiliyor. Bir yandan da okutabilmek giderek büyük bir mesele halini alıyor. Okuru belli bir yazının başında tutma çabası yazıyı da araçsallaştırıyor. Esası dil ve bu dilin mümkün kıldığı düşünce olan yazının bu şekilde araçsallaştırılması bir etik sorun da koyuyor önümüze sanki. Daha çok ve daha çok okutmak yazma amacının önüne geçiyor. Özellikle habercilikte, içerikle ilişkisiz başlıklar, konuyla içsel bağlantısı olmayan fotoğraflar ve sansasyonel konular eşliğinde bir sürek avına çıkılıyor. Diğer yazılar da bu tür bir habercilik ortamından etkileniyor. Okurun peşindeki yazılar… Okur metin içinde Michel de Certeau’nun tanımıyla kaçak avlanmaya devam ediyor etmesine ama artık öyle bir hücum var ki nefes de aldırılmıyor ona.

Dijital platformlarda ya da geleneksel gazetelerde düzenli olarak yazmak belirli bir üretkenliği getirse de, belirttiğim nedenlerle, tüketici boyut sanki daha belirgin. Fikirler olgunlaşamıyor. Birçok kişi aynı anda aynı güncel olayı işliyor doğal olarak. Meseleleri belki birçoğumuz benzer dil ve itiraz noktalarından ele almaya başlıyoruz. Her şey çok hızlı. Bunun pek bir mahsuru olmayabilir. Fakat fazlası da var. Her şey taklit ediliyor ya da kopyalanıyor. Bazen kavramlar, tespitler ve cümleler bir yana, bir yazıya esin veren duygunun kopyalanmasına bile rastlıyorsunuz. Bu gibi durumları genellikle dikkatli bir okur haber veriyor da öyle öğreniyorsunuz. Dijital medya biraz böyle istismara açık bir transmedya ya da hiper-metinlerarasılık ortamı…

Politik, sosyolojik ya da magazinel olsun güncel konularda düzenli yazmanın riskleri çok. Hepimiz için çok. Yazar olarak her birimizi tekrara düşme riski köşe başında atmaca gibi bekliyor. Okurlar için de sevimsiz bir durum söz konusu oluyor tabii. Hep aynı yazıyı okur gibi oluyorsunuz. Her mühim toplumsal meseleyi aynı vicdani itirazları öne sürerek, aynı cümlelerle ve aynı duygusal tonla yazmak okuru bunaltıyor haliyle. Kendi adıma bir zamanlar çok severek okuduğum birkaç köşe yazarını artık hiç okuyamadığımı söylemeliyim. Çünkü daha ilk cümleden o konuyu nereden ele alacağını ve nasıl sürdüreceğini anlıyorum.

Yazının sürprizleri olmalı. Bir yazıdan diğerine, tıpkı gündelik ruh halimizdeki dalgalanmalar gibi, dalga dalga geçerek yazmalı belki. Mesela arka arkaya iki esprili ve hafif yazı yazıp, bunun da beğenildiğini fark edince tüm meseleleri mizah olayına kaptırıp götürmemek gerek. Çünkü her olay espri kaldırmıyor. Ya da tam tersi her meseleyi aynı akıldane tonlamayla da ele almamak lazım. Hayat bir kasırga altındaymış gibi gündelik altüst olmalar halinde yaşanırken yazının hep aynı bilgiç tonlamalarda kalması iyi bir şey değil bence. Yazı hayatın dalgalanmalarından ve kasırgalarından nasiplenen bir şey olmalı. Fakat bu yazdıklarım eğlenceli bir yazı için ipuçları mahiyetinde değil. Bir yazıdan diğerine, değişen ölçülerde ciddi, duygusal, komik ve hatta sıkıcı da olabilmeli insan.

Üniversitede ders verdiğim zamanlarda, hocalardan giderek daha fazla talk show kabiliyeti bekleyen öğrencilere, her dönem başında, “eğitim esasen belirli ölçülerde sıkıcı bir şeydir. İnsan öğrenirken sıkılabilir ve çok sıkılırken de öğrenebilir. Öğrenmek istiyorsanız zaman zaman sıkılmaya da razı olmalısınız” derdim. Sosyal bilimciler olarak elbette derslerimizi ilgi çekici kılmak bakımından baştan şanslıydık. Bu da ayrı.

Sıkılmaktan söz etmişken bir şey daha eklemek lazım. Yazı ve yalnızlığın sımsıkı bağlılığı üzerine söylenmiş çok şey var. Bu konuda da en güzelini sanırım yine Marguerite Duras söylemiş: “Yalnızlık, o olmadan hiçbir şey yapamayacağımız şeydir.” Yazmak söz konusu olduğunda, yalnızlık ve sıkılma meselesi daha kolay ilişkilendiriliyor ve haklı olarak yüceltiliyor. Oysa okurken de sıkılabilir insan ve ölesiye sıkılmaya devam ederken okumayı sürdürmek isteyeceği metinler vardır. Yazar kişisi bize gül bahçesi vaat etmiyor, öyle değil mi?

Dijital sosyal medya dünyasının bizleri giderek daha çok içine çektiğini, yalnız kalamadığımızı, aslında şöyle cayır cayır bir sıkılamadığımızı düşünürken işte bu kıyılara sürüklendim. Adamakıllı sıkılsak belki bir şeyleri değiştirecek gücü de buluruz. Yoksa daha böyle çok bekleriz. Gökçek bir musibet çıkarsın. Kılıçdaroğlu yumruğu masaya indirsin. Akşener orta sa(ğ)hadan vurup götürsün.

Olmuyor. Olmaz. Biraz daha sıkılacağız. Mecbur…


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.