YAZARLAR

Melih Gökçek’le 8616 gün

Ondan öğrendiklerimizin herhangi birinden sonra istifa etmedi, 8616 günde neler neler oldu, gitmedi. İstifa etmek aklına bile gelmezken, bir emir geldi, Melih Gökçek gitti. 23 yıl önceki Ankara’yı da beraberinde götürerek.

8616 gün önceydi.

Ben üniversiteye gidiyordum, Melih Gökçek de ilk kez Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olmuştu. Belediye gazetesinin bulmacasına kendi fotoğrafını koyan, “resimdeki başkan”dan 23 yılda çok şey öğrendik.

Seçimleri kazandıktan sonra, adını ilk kez sanatın içine tükürmek istediğinde duymuştuk. Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un Altınpark’taki “Periler Ülkesinde” heykelini, müstehcen bulduğu için kaldırtmıştı. Çok kızmıştı. “Ahlaksızlığın adını sanat koymuşlar. Ben böyle sanatın içine tüküreyim.” demişti.

Sanatın, içine tükürülebilen bir şey olduğunu öğrendik.

Parklarda, “Çocuklar, Melih Amcanız sizi çok seviyor!” yazan koca tabelalar görünce şaşıran ve uzun süre kendine gelemeyen arkadaşlarımız olmuştu zamanında.

İcraatları devam ettikçe, şaşırmalara bağışıklık kazandık, şaşırmamayı öğrendik.

Ankara’nın merkezi Kızılay’daki yaya geçitleri iptal edildi sonra. Her gün rahatça yürüdüğümüz caddeler, yaya trafiğine kapatıldı, tasarım harikası “altüst geçit”ler belirdi. Karşıdan karşıya geçmek, sayısız basamaklı merdivenleri inmek ve çıkmak demekti artık.

Yaşlılar, çocuklular, engelliler merdiven başında durmayı, iç geçirmeyi ve geri dönmeyi öğrendi.

Oldukça demokratik bir karakter olan Melih Gökçek, Kızılay’da yaptığı (kullanıcı dostu) düzenlemeyi, halka sormaya karar verdi. Kızılay’a sandıklar koydu, referandum yaptı. Ankara’nın dört bir yanından, otobüslerce insan, Büyükşehir Belediyesi tarafından Kızılay’a taşındı. Kızılay’ı hiç kullanmayacaklardı ama oy kullanacaklardı.

Teyzelerden biri, “Kayaş’tan geliyoruz. Daha önce Kızılay’ı hiç görmemiştik. Başkanımız sayesinde gördük.” dedi. Yaşlı bir amca “Altgeçit mi? Düz yol dururken, insanın merdivende ne işi olur yeğenim?” dedi ama altgeçit uygulaması devam etsin diye oy verdi. Yüzlerce çocuk, oy kullanırken çok eğlendi. Bütün bunları çeken habercilere saldırıldı. Melih Gökçek, “Yaa, sopa yediniz. Medya, hadiseleri böyle provoke ediyor işte.” dedi.

İleri demokrasilerde, çocukların bile oy kullanabildiğini öğrendik.

Altgeçit duvarlarına, banyo fayansları döşendi sonra. Beyaz, mavi, düz ya da kedi, keçi, kuğu desenli. Neyse ki, yağmur yağınca altgeçitler suyla doluyordu. Gerçek birer banyoya dönüşüyorlardı, yabancılık çekmiyorduk.

Su üstünde yürümeyi ve göl içinde araba kullanmayı öğrendik.

Şehir hızla değişirken, ambleminin değişmemesi bize yakışmazdı. Yıllarca Ankara’nın amblemi olan Hitit Güneşi battı, (Atakule, cami minaresi ve yıldızlar karmasından oluşan) bir garip amblem çıktı. Mahkeme, Melih Gökçek’in amblem değiştirmesini hukuka uygun bulmadı, dosya Danıştay’a gitti. Danıştay da hukuka uygun bulmadı. Melih Gökçek de Danıştay’ın kararını uygun bulmadı, amblemi kullanmaya devam etti. Hem de “Hitit Güneşi, at nalı gibi.” diyerek.

Doğru bulmadığımız mahkeme kararlarına uymayabileceğimizi ve “at nalı”nın nasıl bir şey olduğunu öğrendik.

Ankara, betonların altında ezilmeye ve renklerini birer birer kaybetmeye başladığı için, her yer (sonsuz bir zevkin ürünü) rengarenk ışıklarla, neonlarla süslendi. Gerçek yeşillik olmayan yerlere, yanıp sönen plastik yeşillikler dikildi. Pırasa ağacı maketlerine, garip robotlara, yere yatmış kaleci heykellerine, dinozor heykellerine, meydanlara dikilen direkli saatlere, misket oynayan seğmen kedilere, estetiğe açılan şehir kapılarına, her sokaktan fışkıran “fışkiyeli” havuzlara milyonlarca lira harcandı.

Zevkler ve renklerin tartışılmadığını, zorla kabul ettirildiğini (yaşayarak) öğrendik.

Melih Gökçek, Ankaralılar için hizmete devam ediyordu. Kişi başına bir alışveriş merkezi düşen Eskişehir Yolu’nun kenarına, kimsenin ne işe yaradığını bilmediği, “demir kafes” inşa etti mesela. Enine ve boyuna uzadıkça uzayan kocaman, işlevsiz bir demir yığını, sekiz yıl boyunca, en çirkin haliyle durdu orada. Yapımı için 71 milyon 506 bin 157 lira harcandı, kaynak yetersizliği (evet, kaynak yetersizliği) sebebiyle vazgeçildi. Söküldü.

Kaynakların ve 71 milyon 506 bin 157 liranın, nasıl da kolayca harcanabildiğini öğrendik.

Kendini hizmete adayan biri için, bir şeyler yapmak her zaman kolaydı. Zor olan, yıkmaktı. Ama Melih Gökçek, zoru başardı. Cumhuriyet mirası kabul edilen, Opera’nın karşısındaki tarihi İller Bankası binası, bir gece ansızın yıkıldı. Melih Gökçek, yıkıntıların önünde poz verdi. Gülümseyerek.

88 yıllık Havagazı Fabrikası, Atatürk Orman Çiftliği içindeki 88 yıllık Marmara Köşkü, 78 yıllık Çubuk Baraj Gazinosu, 77 yıllık Etibank binası, 77 yıllık Su Süzgeci binası, 60 yıllık Kumrular İkamet Sitesi, 47 yıllık Danıştay binası... Hepsi birer birer yıkıldı.

Davalar ve yürütmeyi durdurma kararları devam ederken, tarihin, hikâyelerin, eserlerin yıkılabileceğini; bir kentin hafızasının silinebileceğini öğrendik.

Birlik, beraberlik ve suya en çok ihtiyacımız olan yaz günlerinde, sular kesildi. Melih Gökçek, “Tatile gidin.” dedi. “Her gün duş almayın.” gibi çözümler önerdi. Muhteşem çözümleri işe yaramayınca, “içilemez” raporlu Kızılırmak suyunu, barajlara yönlendirdi. Gökçek’in suya lezzet verdiğini söylediği sülfat, arsenik, ağır metaller ve zararlı bakterileriyle.

Musluklardan akmaya başlayan sarıyla kahverengi arası, garip kokulu sıvı, yüzlerce insanı hasta edince, canlı yayında (lavaboya ağzını dayamak marifetiyle) lıkır lıkır şebeke suyu içti. “Yeminlen gayet güzel. Suyun sağlıksız olduğunu söyleyen, Aylin.” diye açıklama yaptı. (“Aylin” dediği, dönemin CHP milletvekili Aylin Nazlıaka’ydı.)

Bir suyun sağlıklı olduğuna karar vermek için, canlı yayında içilmesinin yeterli olduğunu öğrendik.

“Gece gündüz çalışmak” sözünün de hakkını verdi. Belediyenin iş makineleri, geceleri ODTÜ’ye dalıp, bir gecede binlerce ağacı yok edecek kadar çalışkandı. Önce 2 bin 388 ağaç gitti, yerlerine bir bulvar geldi. Sonra, ODTÜ Ormanı’nın yaklaşık 12 bin ağacı gitti, yerlerine bir yol geldi. Korkunç bir toz (ve utanç) bulutu, Ankara’nın üzerini kapladı. Gitmedi.

“Yıkım” kelimesinin, hem gerçek hem de mecaz anlamını öğrendik.

Ankara’yı sevdiği kadar, Fethullah Gülen’i de sevdi. “Değerli büyüğü”ydü çünkü. Hep öyle söylüyordu. Ona “FETO” diyen Defne Joy Foster’a çok kızmıştı ama yıllar sonra kendisi “ihanet şebekesi, hain, terörist, seri katil FETÖ” dedi. Üşenmedi, kitap bile yazdı. Büyük aşkın nefrete dönüştüğü zaman dilimine, kim bilir ne araziler, ihaleler, milyonlar, satışlar, takaslar, taşınmazlar, planlar, programlar sığdı (ya da sığmayıp taştı).

“Parsel parsel” ne demekmiş, onu da öğrendik.

Gezi eylemleri sırasında, polisin öldürdüğü Ethem Sarısülük’ün vurulduğu yere, “Değerli Türk Polisi, Ankara sizinle gurur duyuyor.” pankartı astı Melih Gökçek.

Büyükşehir Belediyesi logolu ve “İ. Melih Gökçek” imzalı bu pankarttan haberi olmadığını öğrendik.

Ondan öğrendiklerimizin herhangi birinden sonra istifa etmedi, 8616 günde neler neler oldu, gitmedi. İstifa etmek aklına bile gelmezken, bir emir geldi, Melih Gökçek gitti. 23 yıl önceki Ankara’yı da beraberinde götürerek.


Reyya Advan Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. 13 yıl, İstanbul’da çeşitli uluslararası reklam ajanslarında, reklam yazarlığı yaptı. Çocuk hikâyeleri ve masallar yazdı. İstanbul’un trafiğine ve nem oranına daha fazla dayanamayarak, Ankara’ya geri döndü. 2009’da, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Reklamcılık, yazarlık, sunum teknikleri gibi alanlarda dersler veriyor. Kurbağalara olan abartılı ilgisi dışında, normal bir insan.