Türkiye’nin kötülük sorunu
Türkiye’de kötülüğün nasıl üretildiğini, kullanıldığını ve yayıldığını anlamak için dindarın masumiyetini esas alan bir başlangıç noktası değil ihtiyaç duyduğumuz. Kötülük, günahın baştan çıkartıcılığıyla değil, siyasal olarak birikmiş hıncın, farklı olana, itiraz edene veya kendine uymayana yönelttiği saldırganlıkla karakterize ediliyor.
Olur olmaz bahse tutuşmaktan hoşlanmam. Zaten bu konuda cesur biri olduğumu da söyleyemem. Bununla birlikte, ben de çoğu insan gibi, yeterince emin olduğum bir konu olduğunda, bundan kazançlı çıkmayı isterim. Farzımuhal, dünyada her soruya yanıt verebilecek bir kişinin yaşadığını kabul edelim. Bu kişiye en çok hangi konularda soru gelir dendiğinde, bu konulardan birinin kesinlikle kötülük olacağını söylerdim. Hatta bundan o kadar eminim ki, tüm paramı şu sorunun ilk beşe gireceği bahsine tereddütsüz yatırırdım: “Dünyada neden bu kadar çok kötülük var?”
Bu sorunun önemi, sadece doğrudan gelecek cevabın ağırlığından kaynaklanmıyor. Konuyla bağlantılı bir başka meseleyi de gündeme getirmesinden ötürü ayrı bir değer taşıyor. Esasında kötülüğü açıkladığımızda, dolaylı olarak, iyi bir hayatın ne olduğunu da açıklamış oluruz. Hayatımıza yön veren kararlarda kötülükten uzak olma isteğinin ciddi bir etkisi var. Bu kadar kötülüğün kol gezdiği bir ortamda dünyaya bir çocuk getirmenin yanlış olacağına inanların sayısı hiç de az değil. Az sayıda olsalar da ömrünü felaketlerle, haksızlıklarla veya sömürüyle mücadele ederek geçirmiş insanlar var. Az ya da çok sayıda olsunlar, bunun çok önemi yok. Kötülüğün sebep olduğu özel türden bir duyarlılıkla donanmış bu insanların bize gösterdiği çok önemli bir şey var. Yaşamaya değecek bir ömür sürdürebilmek, bir tür kötülük bilincine sahip olmadan mümkün olamıyor.
Elbette kötülük bilincinden söz ederken, onun işaret ettiği yolları tersinden kat etmeyi kastediyorum. Biz insan olarak kalabilmenin imkanlarını bu yolda yürüdükçe ayırt etmeye başlarız. Yani kötülük biraz da dünya içre olmanın koşullarını açıklayacak bir kerteriz noktası olarak işlev görüyor. Bu noktadan hayata bakmak, insan, doğa ve toplum ilişkilerini bir bütün olarak anlaşılır kılacak bir görüş açısına kavuşmak anlamına geliyor. Ne var ki, aynı noktadan gözlerimizi Türkiye’ye çevirdiğimizde, kötülük üzerine düşüncenin böylesi bir görüş genişliği sağladığını göremiyoruz. Kötülük tartışması, dünyada olarak kalmanın yollarını bulmanın değil, esasında teolojik olan bir problemin çözüm aracı olarak karşımıza çıkıyor. Modernleşme tarihimiz boyunca, farklı formüller veya cümlelerle, tekrar edilen teolojik nakarat hep bu olagelmiştir: “Dindar biri kötülük yapabilir mi?”
Özellikle AKP iktidarının uygulamalarıyla bu nakaratın yeniden güncellik kazandığı görülüyor. Bunun nedenlerini anlamak zor değil. Önceden dindar siyasetçiler muarızlarınca takiyecilikle suçlandığında kendilerini bildik bir gerekçeyle savunurdu. Buna göre, dindarların asıl gayesi şeriatı hâkim kılmak değil, siyasi hayata manevi bir derinlik katmaktı. Dindar Anadolu çocukları Tanrıya duyulan saf ve temiz inancı siyasi ilişkilerin odağına taşıdığında, çoktandır yozlaşmış olan siyaset tekrar ayağa kaldırılmış olacaktı. Dindarlık ve kötülük arasındaki ilişki sorununun günümüzde gördüğü ilgiyi bu vaadin boşa çıkmış olması belirliyor. AKP’nin son dönemlerde izlediği gözü kara siyasetle yüzleşmenin bir aracı haline gelmiş durumda bu soru. Artık bazı dindar çevrelerin ve İslami aydınların bile ahlak hayatı ile din hayatı arasındaki farkların altını çizme ihtiyacını hissetmesi bundan ileri geliyor olsa gerek.
Bu tartışmadan çıkan sonuç ise yaklaşık olarak şu: “Evet, dindar insanlar da kötülük yapabilir.”. Bir an için ayan beyan ortada olan bir bilginin, sanki çok matahmış gibi sunulduğu hissine kapılıyor insan. Ne var ki, tartışma aslında göründüğü kadar da yavan değil. Esasında bu tartışmanın zeminini, Tanrıya duyulan inanç ile kötülüğün varlığının bağdaştırılamaz olduğu düşüncesi oluşturur. Her şeye kudreti yeten, her şeyi gören ve mükemmelen iyi olan bir varlığın kötülüğe nasıl müsaade edebildiği sorusu, öteden beri Tanrı inancına yöneltilen güçlü itirazlardan biri olmuştur. Dindarlık ile kötülük arasındaki bağ sorunu, bence bu köklü tartışmanın bir yanını oluşturuyor. Türkiye’de kötülük sorununun özünde dini bir mesele olarak ele alınması da bu arka planda anlamını kazanıyor.
Ancak nasıl kötülük karşımıza bin bir kılıkta çıkabiliyorsa, kötülük sorunu da modernleşme tarihimiz boyunca çok farklı veçheler alabilmiştir. Her veçhede aynı nakaratın tekrar edilmesinin sebebini teşkil eden şey ise maalesef düşünsel bir başarısızlık. İnsanları bir arada tutan bağı dinden ayrı düşünememenin doğal sonucu bu başarısızlık. Bu yüzden kişlerin birbirlerine karşı ödevlerini ve hakların değerini belirleyen “ahlaki farkı”, yani iyi ve kötü arasındaki farkı da din dışı bir bakışla ele alma imkanlarını kısıtlıyor. Kısacası her veçhede ahlak için inanç dışında bir temel bulmakta zorlanıyoruz. İşin ilginç tarafı, laikleşmeden veya çağdaşlıktan sürekli dem vuranlar bile, yeri gelince asıl Müslümanlık veya gerçek dindarlık payesinin kendilerine ait olduğunu söylemekten, kendi erdemlerin saf ve kirlenmemiş inancın temel göstergesi olduğunu vurgulamaktan geri duramıyor.
Bu bakış açısı derinliğini, konuya getirdiği entelektüel çözümün gücünden değil, Türkiye’de siyasal alanın kuruluşunu belirleyen tarihsel ve toplumsal süreçlerden ötürü kazanıyor. Batılalaşma gibi iki asırlık bir tarihsel sürecin yarattığı huzursuzlukların ağırlığıyla dayatıyor kendini düşünce dünyamıza. Elbette dindar biri de kötülük yapabilir, yani soruya verilen cevap doğru. Ama soruların doğru sorulmadığı bir tartışmada, cevapların doğru olması da çok değer taşımıyor bence. Mesele bir yanıyla kötülükle ilgiliymiş gibi gözükse de aslında soruşturmanın gayesi kötülüğü anlamak veya açıklamak değil. Sorudaki yanlışlık da buradan kaynaklanıyor. Kötülük üzerinden inancı doğrulamak, dinin saffetini ve izzetini güvenceye almak gayesi daha belirleyici. Bu yüzden, tüm kötü ortaya konmuş problemlerde görüldüğü gibi, burada da cevap konuyu açıklamıyor, aksine üstünü örtüyor.
Kötülüğün kendisi üzerine doğrudan düşünmek, günümüzde hayati bir önem taşıyor. Bu yüzden kötülüğün karakterini kavramaya elverecek türden bir sorun alanı tarif etmekle başlamalıyız tartışmaya. Bunu başarabilmenin önkoşulunu ise kötülüğü politikleştirmek, yani onu dini bir mesele olmaktan çıkarmak oluşturuyor. Dünya içre olan kanlı canlı insanların yaşadığı yoksulluğa, çektiği ıstıraplara ve gördüğü zulme bu yoldan bakılabilir sadece. Bu dünya resminde insanın davranışı ile kişisel sorumluluğu arasındaki bağ son derece net görünür. Mesela aldatılmış veya kandırılmış olmak kötü davranışın faili olarak kişinin sorumluluğunu ortadan kaldıramaz. Onun lehine olan en iyi ihtimalde bile hafifletici bir sebep olmanın ötesine geçemez.
İki asrın bakiyesi olan bir düşünsel birikimin yükünü birkaç paragrafta hafifletme çabamı naif bulanlar olabilir. Lakin gerçek dünyadaki “kötülük resimleri”, bu birikimin göründüğü kadar da ağır olmadığını kolaylıkla anlamamızı sağlıyor. Dikkatinizi bende bu tarz bir anlayışı mümkün kılan bu tarz bir fotoğraf karesine çekmek istiyorum. Kötülük resimlerinin içinden rastgele seçilmiş bir resim değil bu. İki yıl önce yine bu ayda gerçekleşen bir olayı, Hacı Lokman Birlik’in bedeninin ölüm sonrasında maruz kaldığı muameleyi gösteriyor. Diğer benzerleri gibi, bu imaj da bir pozu değil; zamanın sürekliliği içindeki belli bir anı yakalamış. Bununla birlikte, içinde gerçekleştiği andan çok daha fazlasını temsil ediyor. Sadece daha önceki olayların bıraktığı izleri değil, sonradan olacakların ipuçlarını da gösteriyor. Kötülüğün zaman içinde almış olduğu tüm şekillerin geometrisini, mekâna nasıl yayıldığını anlatıyor adeta. İyice baktığımızda, sadece anın değil, tüm geçmişin ve geleceğin o kareye sığdırıldığını görebiliyoruz.
Zamanın bütün gücünü kendinde yoğunlaştıran bir görüntü karşısına sadece iki asırlık bir birikimle çıkıyor kötülük teolojisi: Batının teknolojisini almalı, ama ahlakını almamalıyız! Meselenin ciddiyeti karşısında, dindarın masumiyetine takılıp kalan bu basmakalıp önerilerin balon uçurmaktan ne farkı var Allah aşkına. Türkiye’de kötülüğün nasıl üretildiğini, kullanıldığını ve yayıldığını anlamak için dindarın masumiyetini esas alan bir başlangıç noktası değil ihtiyaç duyduğumuz. Kötülük, günahın baştan çıkartıcılığıyla değil, siyasal olarak birikmiş hıncın, farklı olana, itiraz edene veya kendine uymayana yönelttiği saldırganlıkla karakterize ediliyor. Yayılabileceği alanın veya alabileceği biçimlerin sınırı hakkındaysa öngörüde bulunabilmek kolay değil. Hep daha fazlasını tasavvur etmenin mümkün olduğu sonsuz bir büyüme eğilimi içinde. Bu kadar da olmaz dediğimiz her durum için, çok daha kötüsünün mümkün olduğunu gösteriyor bize. Türkiye’de kötülüğün birikim rejimi, sınırları olmayan bitimsiz bir habislik potansiyeli üzerine kurulu. Bu da bize doğru soruları sormaya başlamanın zamanının geldiğini gösteriyor. Eminim her şeyin yanıtını bilen o kişinin bu sorulara da verecek yanıtları vardır. Bahse tutuşmak istemem, ama yine de ben aklıma gelen ilk soruyu sormuş olayım: “Dindar biri nereye kadar kötülük yapabilir?”
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI