YAZARLAR

Medyanın savcısı ve hâkimi olduğu bir tutuklama daha

“Malum medya” cezayı zaten peşinen kesmişti. Kendinin “gazete” olduğunu sanan bir yayın Kavala’yı bakın nasıl tasvir ediyordu: “PKK/PYD’nin finansörü” / “İş adamı Osman Kavala, kurduğu sözde dernek ve vakıflar üzerinden sosyal destek adı altında eli kanlı terör örgütü PKK/PYD’yi fonluyor" / "Kavala’nın son 2 yılda terör örgütüne yaptığı maddi desteğin 1.5 milyar doları bulduğu belirlendi”... Nedir bu hak/hukuk tanımayan, haklarında tek bir işlem yapılmadığı gibi sırtı öyle ya da böyle sıvazlanan kampanya?

Malum medya”yı isimlendirmeye gerek yok, çünkü herkesin malumu… Burada dikkat çekici olan husus, bu camianın bir zamandır Osman Kavala hakkında ortaya attığı iddiaların neredeyse tamamının sulh ceza hâkimliği tarafından da makbul sayılıp tutukluluk kararının gerekçesinde kendine yer bulmasıdır.

2014 icadı sulh ceza hâkimliği konusuna döneceğiz; ama önce Osman Kavala’nın eşi Ayşe Buğra’nın açıklamasından bir bölümü aktaralım:

“Eşim, Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala 1 Kasım 2017’de saat 04.10’da ‘Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme, Türkiye Cumhuriyeti devletini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme’ iddiasıyla tutuklandı. (…) Söz konusu karar endişe vericidir. Zira, tutuklama kararı için kullanılan ‘iletişim tutanakları ve fiziki takip tutanakları’ FETÖ/PYD mensubu kamu görevlilerinin henüz görevde olduğu dönemlere aittir ve bu uygulamalara dayandırılan her türlü karar, yargılanan bir dönemi açıkça meşrulaştırmaktadır. Bu durum ayrıca, Osman Kavalı’nın tutuklanmasına kalkışmış olması anlamına gelmektedir ve bu durum, hukuka aykırı olmaktan öte trajikomiktir.”

Ayşe Buğra bu gerçekten “trajikomik” durumu daha nasıl anlatsın…

Gecikmeden benzer tutuklamalarda karşımıza çıkan “teşebbüs”ler hakkında da kısa bir değerlendirme yapalım: “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme, Türkiye Cumhuriyeti Devletini (bir önceki yazımda belirtmiştim: “Türkiye Cumhuriyeti devleti”nden söz etmek yanlış; onun adı “Türkiye Cumhuriyeti”nden ibaret!) ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme” şeklinde formüle edilmiş bir “suç” kendisine aklı başında bir devletin mevzuatında yer bulabilir mi? Böyle bir suç/suçlamaya istediği her an istediği her kişiyi mahkum ettirebilme yetkisini arzulayan bir “despot”un ülkesinde karşılaşılabilir ancak.

Söylediğim gibi “malum medya” cezayı zaten peşinen kesmişti. Kendinin “gazete” olduğunu sanan bir yayın Kavala’yı bakın nasıl tasvir ediyordu: “PKK/PYD’nin finansörü” / “İş adamı Osman Kavala, kurduğu sözde dernek ve vakıflar üzerinden sosyal destek adı altında eli kanlı terör örgütü PKK/PYD’yi fonluyor" / "Kavala’nın son 2 yılda terör örgütüne yaptığı maddi desteğin 1.5 milyar doları bulduğu belirlendi.” / “Kavala’nın ‘toplum yararına ve sosyal misyon’ görüntüsüyle fonladığı dernek ve vakfın, PKK, DEAŞ, FETÖ, DHKP-C ile doğrudan temasları oldu”, / “Kızıl Soros”…

Nedir bu hak/hukuk tanımayan, haklarında tek bir işlem yapılmadığı gibi sırtı öyle ya da böyle sıvazlanan kampanya?

Kavala’ya yöneltilen “Gezi’nin organizatörü” suçlaması hakkında da kısa bir değerlendirme yapalım: 15 Temmuz’dan sonra hızla gelişen “kötülüklerin başlangıcı” kampanyasının giderek merkezine yerleştirilmeye çalışılan “Gezi”, tabii ki, söylenenlerin aksine bu ülkenin/toplumun ilk kez tanıştığı sosyal/politik/demokratik bir eylemdi. Bu farklı hareketin özelliklerinin başında da “organizatörsüz” olması geliyordu.

Gelelim tutuklama kararının çıktığı “sulh ceza hâkimliği” kurumuna:

2014 doğumlu bu kurumun yürürlüğe girmesinden sonra yargının en cevval organı olduğunu biliyorsunuz. Sulh ceza hâkimliği, o dönemde siyasi iktidara yönelik tehditkâr bir cemaat olarak nitelenen ve sonradan “FETÖ/PDY” olarak adlandırılacak karanlık yapıyla mücadele etmek amacıyla tasarlanmış ve çalışmaya başlamıştı. Bu “hâkimlik”, 15 Temmuz’den sonra yolu hepten açıldığı için binlerce tutuklama karanına imza atmıştı.

Sulh ceza hâkimliğinden özellikle söz etmemin nedeni açık: Bu “hâkimlik”in işlemeye başladığı tarihten sonra hak ettiği ilgiyi görmediğini düşünüyorum. Ortada, sulh ceza mahkemelerini bir gecede ortadan kaldırarak yerine tek kişiden oluşan “sulh ceza hâkimliği”ni geçiren bir uygulama hak ettiği ölçüde ciddi bir muhalefet ile karşılaşmadı. (Doğru hatırlıyorsam, Anayasa Mahkemesi bu uygulamanın anayasa aykırı olduğunu belirtir gibi yapmış ama sonra vazgeçmişti) Ülkenin ana muhalefeti gibi hukukçuların itiraz ve eleştirileri de sınırlıydı. O dönemde benim görebildiğim en ciddi itiraz anayasa ve idare hukuku hocası Kemal Gözler’den gelmişti. O eleştiriden birkaç cümle: “Gün geçtikçe sulh ceza hâkimliklerinin adliyenin iyi işlemesi gibi saf kamusal amaçlarla değil, bir takım art niyetlerle kuruldukları yolundaki iddiaları teyit eden gelişmeler yaşadık. Eğer, söz konusu hâkimlikler, gerçekte sırf bu amaçla kurulmuş ise ve eğer altı aydır devam ettiği söylenen ‘paralel yapı’ soruşturmasında arama, yakalama ve tutuklama kararlarının hâkimden talep edilmesi için, İstanbul Adliyesindeki 38 adet sulh ceza mahkemesinin kaldırılması ve yerlerine 6 adet sulh ceza hâkimliğinin kurulması ve bu hâkimliklere iddia edildiği gibi özel olarak seçilmiş ve atanmış 6 adet hâkimin göreve başlaması beklenmiş ise ortada hiç şüphesiz ki ‘tabii hâkim ilkesi’ne aykırı bir durum vardır.”

Biliyorum alıntı biraz uzun kaçtı ama son derece yerinde bir tespit değil mi? Sabrınızı zorla(ma)yarak Kemal Gözler’den şu satırları da aktarmak isterim: “Eğer bu böyleyse 2014 yılında kurulan sulh ceza hâkimliklerinin, Cumhuriyetin ilk yıllarında çalışan istiklal mahkemelerinden ve 27 Mayıs 1960 hükümet darbesinden sonra Yassıada’da faaliyet gösteren ‘Yüksek Adalet Divanı’ndan bir farkı yoktur.”

2014 icadı bu “hâkimlik” üzerindeki ısrarımın amacı anlaşılmıştır umarım. Sayıları giderek artan bu yargıcıların hüküm sürdüğü bir sisteme “hukuk devleti” demek mümkün değildir. Nitekim Venedik Komisyonu’nun 10/11 Mart 2017 tarihli Genel Kurul Toplantısı’nda kabul edilen bir raporun konusunu da bu çerçevede sulh ceza hâkimlikleri oluşturmaktadır.

Söz konusu raporun bazı tespitlerini aktaralım:

- Sulh ceza hâkimleri arasındaki yatay itiraz sisteminin yerine, ya asliye ceza mahkemelerine ya da imkân dâhilinde temyiz mahkemelerine dikey itiraz sistemi gelmelidir. Savcılık, tutuklulukları için herhangi bir ilk derece mahkemesi sorumluluk üstlenmedikçe, sulh ceza hâkimleri tarafından yetersiz gerekçelerle alınan kararlara dayanarak tutuklanmış bulunan kişilerin en kısa zamanda tahliyesini talep etmelidir.

- Sulh ceza hâkimleri, denk deneyim ve vasıfları haiz, birbirleriyle aynı ofisleri paylaşan ve birbirlerinin temyizlerine bakan meslektaşlar olup kapalı bir çevre oluşturmaktadırlar. Birbirlerine güvendiklerini tahayyül etmek ve birbirlerinin kararlarına saygı duyma meylinde olmalarını beklemek mantık dışı olmayacaktır. Doğaları gereği kendi meslektaşlarının, şahıslarının ve bir bütün olarak da kurumlarının itibarını korumaları kuvvetle muhtemeldir. Mevcut sistemde, tutukluluğun hukuka uygunluğunun gözden geçirilmesi için yapılan başvurulara karşı itirazların tarafsız ve anlamlı bir şekilde incelenme olasılığı pek yeterli değildir. Hükümet görüşü, böyle bir tehlike bulunmadığı konusunda ısrar etmektedir. 

- Sulh ceza hâkimliklerinin soruşturma aşamasında sahip oldukları koruma tedbirleri yetkileri kaldırılmalıdır. Kişi özgürlüğü ile ilgili koruma tedbirleri yetkileri bakımından soruşturma ve kovuşturma aşamalarında ceza mahkemeleri görevlendirilmelidir.

- Sulh hâkimlikleri tarafından yeterli gerekçe olmaksızın tutuklanan kişiler bakımından, tutukluluklarıyla ilgili sorumluluğu davanın görüldüğü bir mahkeme almamışsa, iddia makamı en kısa sürede salıverilmelerini talep etmelidir.