Adaletin bağrındaki boşluk
Yalnızlığın sınırlarının, belki de en koyu çizgilerle vurgulandığı bir deneyim söz konusudur burada. En fenası da sınırlanmış olma bilincini takip edecek olan güçsüzlük yahut yoksunluk hissidir. Bilirsiniz siz de bu hissin sonuçlarını...
Haksızlık, kolay ifade edebileceğimiz bir deneyim değil. Sadece kendinden söz etmenin doğal mahcubiyeti değildir bu güçlüğü yaratan. Haksızlıkta bir bütün olarak aktarılmaya karşı direnen bir yan var. Bu direnci, seçtiğimiz sözcüklerin gücünü arttırarak kırmak da mümkün değil sanırım. Çünkü her haksızlık iddiasında, ortak dilin kavramlarının taşıyamayacağı ölçüde bireysel olan bir boyut bulunur. Haksızlığın hedefinde bir topluluğun bulunması da bu durumu değiştirmez. Başlangıçta haksızlığın saptanması konusunda belli bir anlaşmaya varmak hiç de zor değildir. Ancak mesele bu haksızlığın şiddetini, niteliğini ve sonuçlarını belirlemeye gelince bu durum hızla değişir. Her halükarda, haksızlığın bir kısmı biricik ve temsil edilemez deneyimler alanının içinde var olmaya devam eder.
Bundan ötürü, haksızlığa uğramış her birey bir parça da olsa yalnız hisseder kendini. Yalnızlığın sınırlarının, belki de en koyu çizgilerle vurgulandığı bir deneyim söz konusudur burada. En fenası da sınırlanmış olma bilincini takip edecek olan güçsüzlük yahut yoksunluk hissidir. Bilirsiniz siz de bu hissin sonuçlarını. Hani çok sözü edilen bir duygu vardır. Hani siyasilerin, basının, hatta mahkemelerin onu sık sık “incittiği” söylenir. İşte adalet duygusu dediğimiz o duygunun gövdesinde, kocaman bir delik açar söz konusu yoksunluk hissi. Böylelikle, çeşitli duyguların birleşmesinden oluşan adalet dediğimiz bütünde bir istikrarsızlığın ateşi fitillenmiş olur. Öfke ile merhamet, saldırganlık ile dayanışma, nefret ile sevgi gibi çok sayıda ikiliğin oluşturduğu karmaşık bir yapılaşma çıkar ortaya. Bazen biri tek başına, bazen birkaçı veya hepsi bir arada etki ederek derinleştirirler o yoksunluğun boyutlarını.
Aslında bu yoksunluk hissi, giderilmemiş haksızlıkların yarattığı adalet açığının bir sonucudur. Adalet duygusu eyleme aktarılamadığı için, giderek genişleyen ve etkisini artıran bir delik açılmıştır adaletin bağrında. Acilen kapatılmaması durumunda toplumsal çözülme ve çatışmayla sonuçlanacak bu deliğe adalet boşluğu diyelim. Bireyler ve grupları bir arada tutan bağların ömrü, yani sürdürülebilirliği ise adalet boşluğunun boyutlarına bağlıdır. Neden mi? Çünkü toplum, ortak yararın ne olduğu kadar, adaletin ne olduğu konusunda varılmış bir uzlaşmayı da temsil eder. Tabii ki herkesin aynı adalet anlayışını paylaşması mümkün değil. Uzlaşmazlıkların çözümünde adil olduğu genel kabul görecek bir noktaya varabilmektir kastedilen. Yani toplumsal bağ, maddi çıkarların sınırlarını belirleyen ahlaki bir anlaşma tarafından güvence altına alınmıştır aynı zamanda. Adalet açığının büyümesi, bu güvencenin zayıflamaya başladığının işaretidir.
Türkiye’de bu türden işaretleri artık hayatın her alanında görebiliyoruz. Doğrusu adalet boşluğu açısından durumumuz pek iç açıcı değil. Elbette bu karamsar tablonun olağanüstü hal uygulamalarıyla bir ilgisi var. Ama bundan çok daha katmerli bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu da bilmek gerek. Adalet duygusunun maruz kaldığı tahribat, öncesi ve sonrasıyla devasa boyutlara ulaşan bir gedik oluşturmuştur. Dolayısıyla bir gün gelip de olağanüstü hal uygulamaları tüm hukuki sonuçlarıyla kalksa bile durumun düzelmesi kolay değil. Çünkü adalet boşluğu etrafında, eş merkezli daireler biçiminde genişler toplumsal bozulma. Durum suya atılan bir taşın yarattığı halkaların genişleme dinamiğine benzer. Her halka kendi tortularını, kendini çevreleyen daha geniş bir halkaya bırakmak koşuluyla ortadan kaybolabilir. Zincirleme bir reaksiyonun bütün halkalarını tek bir hamlede halledebilmek, bundan ötürü, mümkün değildir.
Dar ve yaygın kullanımıyla adaletin hukukun işi olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden adalet boşluğunun etki ettiği en dar halkayı oluşturan hukuk ile başlıyorum. Hukuki anlamıyla adalet “kurala uygunluk” biçiminde anlaşılır. İnsanların tutum ve davranışlarının, tüzük ve yönetmeliklerce belirlenmiş kurallara, kuralların yasalara, yasaların da anayasaya uygunluğu adaletin ölçüsü kabul edilir. Artık hayatımızda bu ölçünün sağladığı türden bir adaleti mumla arar hale geldik. Kanun hükmünde kararnameler aracılığıyla hakları elinden alınan, mahkûmiyet kararı olmaksızın suçlu ilan edilenler var bu ülkede. Bu tarz bir adalet açığının, söz konusu kişiler için anlamı büyük.
Lakin daha geniş bir halka açısından bakıldığında, adaletin hukuk ile pek fazla ilgisi yok. Hatta hukuk, özerkliğini bu tarz bir adalet anlayışıyla arasında mesafe koyduğu oranda kazanabiliyor. Bu açıdan adalet, üstün bir hak veya hakikat idealine bağlı olarak belirlenebilecek bir şey. Yani kanun kitaplarına değil, insanların yüreklerine yazılı olan yasadan söz ediyoruz. Yürek yasası açısından bakıldığında, mahkemeler adaleti değil, yazılı kurala uygun bir hükme varmayı amaçlar. Bu en iyi durumda bile böyledir. Suçun ne olduğuna kanunlar karar verir. Oysa bazı durumlarda suç kabul edilen şeyin pekâlâ adil olması mümkündür. Keza hukuka aykırı olanın adalete uygun olabileceğini de söyleyebiliriz. Bu hususta, devletin suçladığı ama gönüllerin kahramanı olan “ince Memed”leri anımsamak yeterli olur sanıyorum.
İlk iki halkanın bakiyesi, burada zikredeceğim sonuncu halkayı ortaya çıkarır. Geçerli hukukun veya uygulamadaki hukuksuzlukların, yürek yasasına çarpmasıyla belirir bu halka. Adaletsizliğin hayatın gözeneklerine sirayet ettiği yerde, insanların uykularının kaçtığı saatlerde derinden hissedilir. Esasında işinden gelişigüzel şekilde atılmış bir meslektaşın, iftiraya maruz kalmış bir komşunun veya hapiste yargılanmayı bekleyen bir masumun yüzüne bakma zorunluluğundan doğar. Onlardan gelen hiçbir talep olmasa da durumun kendiliğinden yarattığı sorumluluklar söz konusudur. Toplumsal bağı, ortak yaşama isteğini en derinden, en güçlü şekilde etkisi altına alır bu halka.
Belki bu halkaları daha da genişletmek, örneğin varoluşsal veya teolojik düzeylerini de ele almak mümkün. Ama bu kadarı, adalet boşluğunun sonuçlarının varacağı yerleri öngörmek için yeterli. Haksızlık, kısmi ve bütünsel bir temsile yatkın olmasa da adaletin tam ve kapsayıcı olması gerekiyor. Latincedeki “iustitia omnibus”, yani “adalet herkes içindir” özdeyişinin derin anlamını burada kavrayabileceğimizi sanıyorum. Adalet, uzlaşmazlıkların nasıl çözüme bağlanacağı konusunda varılan bir uzlaşmadır. Başka deyişle uzlaşmazlıkların uzlaşmasıdır. Çünkü “herkes”, yani kişilerin tamamını kapsayan bir bütün olabilmek, adalet hususunda bir uzlaşmanın olmadığı durumlarda mümkün değildir. Türkiye’de insan hakları ihlallerinin yarattığı cezasızlık kültürü ve ziyadesiyle siyasallaşan hukukun bu tarz bir kapsayıcı adaletin yanından bile geçemez kanaatindeyim.
“Haksızlık etme” mi diyorsunuz? Ben sadece adil olmaya çalıştım. Hem de herkes için.
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI