YAZARLAR

Mutluluğun formülü 'sen-ben-bebek' değilmiş!

Yıllık Dünya Mutluluk Raporu’nu yayımlayan araştırmacılar, mutluluğun dörtte üçünün altı etken tarafından belirlendiğini ortaya koymuş: Güçlü ekonomik büyüme, sağlıklı yaşam süresi, kaliteli toplumsal ilişkiler, cömertlik, güven ve kişinin kendisi için doğru bulduğu yaşamı sürdürme özgürlüğü. Düşünün şimdi hangisi var Türkiye’de?

Mutluluğun resmi var mıdır, varsa nasıldır, kim çizer bilemiyorum; fakat ben size bu yazıda mutsuzluğun resmini çizebilirim. Mutsuzluktan ölüyoruz zira. Tam olarak öyle, evet.

Dünyada ve Türkiye’de intihar vakaları korkunç derecede artmış durumda. Aynı şekilde uyuşturucu bağımlılığı da feci noktalara vardı. Daha birkaç gün evvel iki doktor ve bir tıp öğrencisi aynı gün içinde intihar etti. Olayların oluş biçiminden, intiharların sebebinin ağır çalışma koşullarının kişilerde yarattığı travma olduğu anlaşılıyor.

Aynı şekilde, birçok öğrencinin intihar haberlerini de okuduk peş peşe. Gencecik insanlar, nasıl bir umutsuzluk nasıl bir çaresizlik içine düşmüşlerse, nasıl bir baskı hissetmişlerse üzerlerinde; hayatlarının geri kalanından vazgeçmeyi göze almışlar.

Yine, OHAL döneminde intiharların arttığını sıkça dile getiriyoruz. Sadece Nisan 2017’ye kadar 35 kişi yaşamına son vermişti.

Küresel ısınmadan dolayı ektiğini biçemeyen, biçtiğini satamayan çiftçi, erken yaşta gebelik sebebiyle çocuklar, sürekli ölüm gördükleri için askerler intihar ediyor bu ülkede.

Her ne kadar intiharı aklayan bir söylem içine girmek istemesem de, ben bunlara intihar diyemiyorum, bu intiharlar bana cinayet gibi geliyor. Çünkü düşünüyorum; aşk acısı değil bir şey değil, insanlar basbayağı işlerini, o vakte kadar verdikleri emekleri, itibarlarını, gelecekte iyi şeyler olabileceğine dair umutlarını kaybettikleri için öldürüyorlar kendilerini. Ya da o vakte kadar elde ettikleri standardı kaybetmemek adına uyumamacasına çalıştıkları için, eğer sınavı kazanamazlarsa çevreden gelecek baskıyı, ne yer ne içerim korkusunu taşıyamadıkları için, her gün aynı kaygıyı artarak hissettikleri için, hayat dayanılmaz bir rutine girdiği ve bir yerden sonra bu girdapta kayboldukları için koparıyorlar zincirlerini…

“Bıktım baş ağrılarından” demiş doktor… Bir doktorun kurmuş olduğu bu cümlede sizce de bir anlatım bozukluğu yok mu?

Hiçbir ağrı kesici doktorun baş ağrılarına etki etmiyor. Doktorun başı değil düşünceleri ağrıyor…

Oysa, hiçbir insan hak etmiyor bunları yaşamayı. Bir kere gelinen şu hayatta, her bir insan, dünya denilen bereketli gezegende en azından ne yiyip ne içeceğim, nerede kalacağım, güvende miyim, başıma bir şey gelse öylece ölür gider miyim kaygısı olmadan yaşamayı hak ediyor. Gelin görün ki, biz beceremedik. Şu koskoca dünyayı yağmaladık ya da yağmalayanlara engel olamadık. Doymak bilmezler karınlarını daha çok şişirsin diye bedenimizi onlara köle ettik, özgürlüğümüzü bağışladık fark etmeden ve nihayetinde ömürlerimizi hibe ettik. Ne bonkörlük!

Onlarınki zaten düpedüz yüzsüzlük, arsızlık…

İnsan dediğin ölümlü varlık; 24 saatin 15 saatini çalışarak geçirirse, bu çılgınca çalışma neticesinde kirasını-faturasını nasıl ödeyeceğini düşünürse, koskoca yılın bir tek haftasında “belki” tatil yaparsa, aldığı paranın beşte birinden yarıya varan kısmını geri devlete öderse, yolda sokakta yürürken arkasını kollamak zorunda kalırsa, kendisi azıcık mutlu olsa, okuduğu haber ya da her an şahit olduğu insanlık ayıpları yüzünden vicdan azabı duyarsa, yaşlanınca alacağı üç kuruşluk emekli maaşının endişesini otuz beşinde hissetmeye başlarsa, ailesiyle geçireceği zamanı kendisi gibi ruh sağlığı bozulmuş iş arkadaşlarıyla geçirmek zorunda kalırsa, yeşili unutursa betondan başka bir şey göremezse, hormona bulanmış şeylerle sırf doymak olsun diye mideyi doldurursa, aşka vakit bulamazsa ve daha bir sürü şuysa buysa, nasıl “yaşıyorum” diyebilir ki zaten?

Bugün yine açtım gazeteyi baktım zam haberi: Enflasyondaki olağanüstü yükseliş vatandaşın cebindeki parayı erittiği gibi, vergi, harç ve cezaları yüzde 14,5 zamlanacak!

Üstelik bu zamlananlar; hiçbir şekilde hayrını göremediğimiz vergiler, haksız yazılan cezalar, fazla fazla alınan harçlar…

Diğer yandan “Saray”ın sağlık ve gıda güvenliği merkezi (!) için ayrılan 2 milyon 161 bin 133 TL’lik bütçe…

Bize okulda devletin vatandaş için olduğunu öğrettiler hep. Görülen o ki; tam tersiymiş.

National Geographic dergisinin “Mutluluğun Formülü” konulu Kasım sayısında dünyanın en mutlu üç ülkesi olarak Kosta Rika, Danimarka ve Singapur’u incelemişler. Baktığınızda bu üç ülkenin de ortak noktasının, “sömürüye/sömürmeye” kapalı ülkeler olduğunu görüyorsunuz. Örneğin, Kosta Rika için şöyle diyor: “Ülkenin dağlık yapısı, diğer Orta Amerika ülkelerinin aksine burada büyük çiftliklerin var olmasını engelledi ve böylelikle hiçbir zaman toprak sahibi güçlü bir sınıfın egemenliğinde olmadı. Kosta Rikalılar, çürümüş sömürgeci kurumlarla hiçbir bağı olmadığı için esenliği katlanarak yukarı çeken ve dolayısıyla da Latin Amerika karakterinin gelişmesine olanak veren bir ortam hazırlayan politikaları uygulamaya koyan öğretmenleri başkan olarak seçtiler.”

Danimarka’daki duruma bakalım; Kopenhag’da yaşayan Amerikalı antropolog Jonathan Schwartz diyor ki: “Danimarkalılar sağlık hizmeti, eğitim ve ekonomik güvence hakları olduğuna inanarak yetişiyor. Danimarka’da insanlar çok çalışıyor ama bu süre haftada ortalama 40 saati geçmiyor ve yılda en az beş hafta tatil yapıyorlar. Fırsat eşitliği sağlayan bir vergi uygulaması var ve bu bir çöpçünün bir doktordan daha fazla para kazanmasını olanaklı kılabiliyor. Sistem insanları kendilerini mutsuz edecek şeylerden uzak tuttuğu için, mutluluğu garantilemek üzere özel bir şey yapmıyor.”

Singapur’da da durum farklı değil, sistem vatandaşına hem iş veriyor ve hem de çalışmasının karşılığını fazla fazla veriyor.

Yıllık Dünya Mutluluk Raporu’nu yayımlayan araştırmacılar, mutluluğun dörtte üçünün altı etken tarafından belirlendiğini ortaya koymuş: Güçlü ekonomik büyüme, sağlıklı yaşam süresi, kaliteli toplumsal ilişkiler, cömertlik, güven ve kişinin kendisi için doğru bulduğu yaşamı sürdürme özgürlüğü. Düşünün şimdi hangisi var Türkiye’de? Özellikle sonuncusu beni biraz güldürdü hatta. Nitekim, bir de “Mutluluk Atlası” yapmışlar; dünyadaki ülkelerin birçok parametre bakımından mutluluk oranlarını gülen-gülmeyen-kahkaha atan suratlarla gösteren eğlenceli bir atlas. Bu atlasa göre, tabii ki de Türkiye en mutsuz ülkeler arasında. Amerika, İskandinavya, Avrupa’nın bir kısmı ve Avusturalya kahkaha atıyor. Kuzey Afrika bile gülümsüyor; ama Türkiye somurtmuş. Yemen, Pakistan, Filistin gibi ülkelerle birlikte.

Böyle işte. Mutluluğun formülü sen-ben-bebek değil yani. Öyle olsaydı “en birinci” biz olurduk şüphesiz; üç çocuk, üç çocuk ohh… Mutluluğun formülü, birazcık daha uğraş gerektiren şeyler yukarıda sıraladığımız üzere. De, işte, muktedirler pek oralı değiller, çok meşguller, boş zamanları yok, olsa elbet yaparlar, saraydı evdi, çoluk çocuk torun torba derken vakit bulamıyorlar. E onlara da hak vermek lazım. Herkes ekmeğinin peşinde nihayetinde.


Tuba Torun Kimdir?

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. İstanbul Barosu’na bağlı olarak serbest avukatlık yapmaktadır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve Kadın Meclisleri avukatı ve Kadın Adayları Destekleme Derneği yönetim kurulu üyesidir. ‘Bayan Değil Kadın’ programını hazırlayıp sunmaktadır. Aktif olarak siyasi faaliyetlerine devam etmektedir.