5 Haziran’daki çocuk
Gençler delirmiş gibi. Durdurmaya çalışıyorum. Omzuma dokunan biri, “kopan ayak gördüm abi” diyor, “psikolojim çok bozuk!”
Nâzım Hikmet’in “Büyük İnsanlık” şiirini Kürtçeye (Kurmancî) çevirmem için gönderen arkadaşlar, sayın Selahattin Demirtaş’ın bu çeviriyi 5 Haziran'daki mitingde okuyacağını söylemişlerdi. Bizim kuşağın onurlu sesi Demirtaş’ın çeviri de olsa sözcüklerimi okuyuşunu kaçıramazdım. Dolmuşla Mardin’den Amed’e gittim.
İlçe Garajı’ndaki arkadaşım Weysî’yle bir çay içmeden şehre geçmek olmazdı. Aralıklı dişlerinin arasından tıslayarak “geçeriz barajı geçeriz” dedi. Sanki çok yukarıdan geçen bir rüzgârın bir tutamı düştü yere, garajın içini şöyle bir yokladı. Midyat yazıhanesinden çıkıp Kulp yazıhanesinde kayboldu. Benim bu ilk olmalı dedim içimden, bir tutam rüzgârla tanışıklığım ilk olmalı.
Ne zaman bu şehre gelsem, kendimi Xançepek’e yoğurt getiren köylüler gibi hissederim. Yoğurt getirmiyorum belki, ama köylü olmaya devam ediyorum. Yesenin’inki gibi öfkeli bir köylülük mü? Bilmiyorum, ama sakin bir insan olmak için yeterince yaşlandım sanırım. Biraz olgunlaşsam fena olmayacak.
Ne diyordu Calvino’nun bir şehre uzaktan bakan çoban bir kahramanı: “Benim için bütün şehirler birdir.” Calvino’nun böyle bir kahramanı var mı? Olmaması imkânsız. Sadece Calvino’nun bir kahramanı böyle konuşabilir çünkü. Olsa da var sayayım olmasa da. Madem köylüyüm, neden tutarlı olayım ki?
Bu şehir diğer şehirler gibi değil, ama neyin nerede olduğunu öğrenemiyorum bir türlü. Eskiden olsa sevmediğim için derdim. Seviyorum, hem yalnız sevmek mi? Buranın, ne bileyim, sanki hep konuşası var. Bu yüzden tanımak değil, dinlemek istiyorsun.
İlçe Garajı’nın kapısına arabasıyla gelen dostum, şairim Şahin Altuner, kahve içmenin iyi bir şey olduğunu söylüyor. Zaten o ne söylese inanırım. Sonra İstasyon Meydanı’na doğru yürüyeceğiz. Yürümesine yürüyoruz da. Meydana.
Bu her taraftan çağlayıp gelen kalabalığı ilk kez 1990’da gördüm. Uzun süredir Londra’dan ses vermeyen dostum, şairim Ahmet Ataş’la birlikte. Batman Lisesi’nin önünden belediye kavşağına gelinceye kadar ortalıkta kimseler yoktu. Demek koca Batman’da sadece ikimiz yurtseveriz diye düşündük! Köşeye vardık, vardığımız anda. Göğün sana bakması gibiydi: Sanayi sitesi tarafından bir nehir, çarşı tarafından bir nehir, rafineri içinden bir nehir, PTT tarafından bir nehir. Can eriklerin yemyeşil gülümsemesi gibi bir şeydi.
Haziran olabilir. Hem neden Haziran olmasın ki? HEP. Halkın Emek Partisi. Yürüyüş olacak. Vekiller. Polisler. Coplar. Panzerler. Kanlar. Bir tarafa biriken telaşın dalgın kokusu. Sağ kolumda günler süren bir sızı. O sızı baş eğmeyen insanları duya duya çeyrek asrı devirecekti.
O gün, dilimin ucunda bir slogan fikri: Ya HEP, ya HİÇ! Haykıramadım. Çekingenim demek. Bağıran kalabalıklarda bile bağıramama kusurum o zamandan.
Şahin’e kalsa Haziranın bu kısmı da bahar sayılır. O ne dese inanırım, ama asfalt sakız gibi. Alanın arkasında, belki önünde bir park var. Yüzleri sımsıcak kızlar. Belli ki bir güle bakmaya gelmişler.
Havada dalgın bir güvercin belirince toprağa benzeyen adamların, kadınların arasına oturmalı derim, her zaman. Ama sanki herkesin beklediği bir ses yükseliyor o an. Bir es. Sonra ikinci ses.
Kırgın bir eğimle dört yana birer nehir gibi parçalanarak dağılan bir deniz. Kanayan yerleri güneşe tutulmuş ölüler, yaralılar taşınıyor. Ortalıkta kırgın bir öfke mayalanıyor. Gençler delirmiş gibi. Durdurmaya çalışıyorum. Omzuma dokunan biri, “kopan ayak gördüm abi” diyor, “psikolojim çok bozuk!”
Kalabalık ağır ve dalgın adımlarla dağılırken yanıma gelip “amca kayboldum ben” diyen 10-12 yaşlarında bir çocuk. Belli ki kanayanları görmüş. Korkmuş. Birlikte geldiği kişilerden kopmuş. Gözyaşları gözlerini iyice koyu yeşile çevirmiş.
“Kaymakamlığın orda evimiz” diyor, sorunca. “Evimiz” sözcüğü içimdeki bir yalnızlığa değiyor. Bu şehri tanımam ki, çünkü burayı hep dinledim. Sora sora parkın dışına kadar çıkarıp yolu tarif ettim. O tarafa gitti. Sonra fark ettim ki polis oradan kimseyi geçirmiyor. O kalabalıkta göremiyorum bir daha.
İkinci bir Selahattin belirip “Kuzeye gidelim” diyor. Dağılan nehirler şehrin kuzeyine birikiyor bu kez. Çeviri şiir uzak bir meydanda kalıyor. Sonra Cahit Sıtkı’nın şehrinde Cahit Sıtkı’nın akşamı oluyor. Şehre gri bir uykusuzluk yayılıyor.
Dağkapı ve Dicle Üniversitesi hastanelerine gidiyoruz. Kan grubumuzu yazdırıp telefonlarımızı bırakıyoruz. Şehirde helikopter sesleri dışında sessiz bir sessizlik var. Yoldan aldığımız üç genci Sultan Hastanesi'ne bırakırken “yaralı bir resmi polisi kendi yarasını unutan bizim yaralılar kurtardı” diyor biri. İyilik örgütlü bir şey, kötülük barbarca ve dağınık.
Müthiş bir dayanışma ruhu var. Birikmiş bir sağduyu. Su, ekmek, çay, sigara, haber ve dürümler paylaşılıyor.
Sabaha doğru tekrar Dicle Üniversitesi Hastanesi'ne gidiyoruz. Hastane yolu üzerinde zihinsel engelli bir genç, araçların park etmesine ve yayaların yolu bulmasına yardım ediyor: “Heval şuraya geç, heval bu taraftan!” Aklıma meydandaki çocuk geliyor o an. Sanki bütün sorun korkması değildi diye geçiriyorum içimden. Evini bulamayacak biri gibi olduğunu hatırlıyorum. Zihinsel bir engeli de vardı demek. İçimi karanlık basıyor.
Evini buldu mu? Bulduysa o ev şimdi yerinde duruyor mu?
Canım yanıyor. Dilimin ucunda terennüm eden sözcükler var, belki bir dizeye döner: “Tenê yên mafdar in hêvî dikin.”
Bunu bu kez Türkçeye çevirip şuraya bırakayım, çağıldar belki zamanın bir yerinde: “Yalnız haklı olanlar umut eder.”