8 Haziran sabahını AKP unutmadı
7 Haziran seçimlerinin ardından yaşananlar, Türkiye’de biçimsel demokrasinin temel koşulunu, yani iktidarın el değiştirme koşulunu oluşturan prosedürleri ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla artık prosedürel bir politika, yani iktidarı seçimler yoluyla ele geçirmek için prosedürel demokratik mücadele araçlarını kullanmanın olanakları yoktur. Politikanın zemini yasallık ve prosedürler düzeyinden meşruluk düzeyine taşınmıştır. Bu düzeyde ise politik araçların bizzat kendisi politikanın konusudur.
Kamuoyunda oluşmuş kanıları sistematize etmeye, onlardan sonuçlar çıkarmaya ve bu sonuçların belli hedefler için kullanılabilir hale getirilmesine yönelik yapılan araştırmalar, siyasal partilerin uzun bir dönemdir gündeminde. Kamuoyunun kanı ve beklentilerini bu araçlarla anlamaya çalışan siyasal partilerin iktidar olmak ya da iktidarda kalmak için belirleyeceği politikalarda, bu araştırmalar önemli bir yer tutuyor. Fakat her nasıl olursa olsun sayıların yorumlanmasına dayanan bu araştırmaların, manipülasyondan açıkça çarpıtmaya kadar birçok düzenbazlığın da konusu olduğunu biliyoruz. Bu basit düzenbazlıkların ötesinde; fişleme, ayrımcılık gibi uygulamaların da söz konusu sayıların nasıl yorumlanacağı ile sıkı bir bağı olduğu unutulmamalı. İstatistik bilimi ile modern devletin arasındaki kökensel ilişki bu bağı daha da açık kılacaktır.
Meseleye böyle bakıldığında bu araştırmaların her koşulda biçimsel demokrasiye, yani siyasal iktidarın belli bir süre için seçimlerle belirlendiği ve muhalefetin iktidara gelme şansını ortadan kaldırmayan rejimlere katkısı olacağı kolaylıkla söylenebilir. Çünkü halkın talepleri, arzuları, ideolojileri ya da kimliklerine ilişkin verileri oluşturan ve yorumlayan bu araştırmalar, siyasal partilerin iktidar yarışlarında bu veri setlerinden elde edilen sonuçları dikkate alacağını düşündürür. Genelde böyle olur da.
İktidarda kalmaktan başka topluma hiçbir şey vaat edemeyen, anayasayı askıya alarak anayasal meşruiyetini, YSK’nin 16 Nisan plebisitine ilişkin kararıyla da demokratik meşruiyetini yitirmiş olan AKP’nin Atatürkçü ve cumhuriyetçi bir söyleme sert geçişi, akıllara anketleri getirdi. Bu da söz konusu araştırmaları yapan bir partinin demokratik meşruiyet arayışında olduğuna, Türkiye’de biçimsel demokrasinin süreceğine, seçimlerin her koşulda yapılabileceğine ve normal bir iktidar değişikliği olabileceğine ilişkin bir algı yarattı. Zira iktidar bilgisinin uygun görülen kısmını aktaran Abdülkadir Selvi, AKP genel başkanı cumhurbaşkanına sunulan raporlar uyarınca bir plan belirlendiğini ve bu planın 2017’de teşkilatta değişimi, 2018’de icraatı 2019’da seçimi işaret ettiğini müjdeledi. Peki ya 2018’deki “icraatlar” 2019 için etkili olmazsa? 2019 başında yapılan anketlerde AKP oylarının iktidarda kalacak seviyede olmadığı ortaya çıkarsa? Siyasal olarak tükenmiş, kadroları çeteleşmiş, ürettiği beka krizi söylemi ile ve açık “zor” rejimi ile sürdürebildiği bir diktatörlük sarmalına kısılmış bir iktidar bu durumda ne yapacak?
7 HAZİRAN'I UNUTMAMAK
7 Haziran’dan sonra artık AKP’li cumhurbaşkanının siyasallaştırılmamış, yani kendisi bizzat siyasetin konusu haline getirilmemiş bir seçimle iktidarı bırakması olasılığı, dünyanın diğer biçimsel demokrasilerindeki gibi sıradan bir iktidar değişimi gibi görülebilir mi? Anayasanın OHAL rejimi içinde bütünüyle askıda olduğu, hukukun sağladığı hiçbir öngörülebilirliğin olmadığı, YSK’nın 16 Nisan’da seçimlerin sonucunu açıkça değiştirebilecek mühürsüz oyları geçerli sayabildiği bir düzende, sıradan bir seçim hayali kurmaya siyaset biliminde ne denebilir?
8 Haziran sabahını AKP unutmadı. Her gün görmeye alışık olduğumuz AKP genel başkanı uzun bir süre karşımıza çıkmadı. Ardından istikşafi görüşmeler, ardından beka krizi, ardından MHP’nin aks değiştirmesi, ardından kaos tehdidi, ardından bizzat kaos ve savaşın diriltilmesi ve 1 Kasım seçimleri… 7 Haziran seçimlerinin ardından yaşananlar, Türkiye’de biçimsel demokrasinin temel koşulunu, yani iktidarın el değiştirme koşulunu oluşturan prosedürleri ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla artık prosedürel bir politika, yani iktidarı seçimler yoluyla ele geçirmek için prosedürel demokratik mücadele araçlarını kullanmanın olanakları yoktur. Politikanın zemini yasallık ve prosedürler düzeyinden meşruluk düzeyine taşınmıştır. Bu düzeyde ise politik araçların bizzat kendisi politikanın konusudur. Artık seçim iktidarın el değiştirme imkanını ve yolunu sunan bir prosedür değil bizzat meşruluk düzeyinde siyasal bir krizin konusudur.
BELEDİYE SEÇİMLERİ KALKAR MI?
Türkiye nüfusunun neredeyse yarısı, yaşadığı kentte seçtiği belediye başkanlarınca yönetilmiyor. Hal böyleyken Yeniçağ yazarı Ahmet Takan AKP genel başkanı cumhurbaşkanının belediye seçimlerinin verimsiz olduğunu, mahalli idareler için seçim dışında yollar bulunduğunu ve buna ilişkin de rapor istediğini yazdı. Böyle bir şeyin yapılamaz olduğu, fantastik bir fikir olduğunu, daha büyük bir meşruiyet krizi yaratacağını düşünebilirsiniz. Ben öyle düşünmüyorum, çünkü zaten artık siyasetin kendisi yasallığın ve prosedürlerin alanını çoktan aşmış ve bir meşruluk alanına yerleşmiştir. AKP genel başkanı cumhurbaşkanın bu alanda güce ve zora dayalı olarak nasıl hareket ettiğini geçen hafta yazmıştım. Bu hareket biçimi içinde, yani demokratik meşruiyetin yerine dinsel ya da kökensel başka bir meşruiyet arayışına girilmesi gerçekliğimiz açısından imkansız değildir; yaşadıklarımızı değerlendirirken tarihten ve teoriden kopukluğumuz, kendi fantezilerimizin gerçekliği kırmasına izin veriyor. Üniversitelerde rektörlük seçimlerinin nasıl kaldırıldığını hatırlatmak belki bu meseleyi biraz daha uzun boylu düşünmeye sevk eden bir örnek olabilir.
Üniversiteler, bir kısmının nüfusu Türkiye’deki yerel yönetimlerinden önemli bir bölümünden fazla olan yerinden yönetim birimleridir. Anayasada özerklikleri güvence altına alınmıştır. Bir süre öncesine kadar, üniversite öğretim üyeleri tarafından seçilen altı rektör adayı arasından cumhurbaşkanına gönderilen üç adaydan biri, cumhurbaşkanı tarafından atanıyordu. Rektörlük seçimleri kaldırılmadan hemen önce Ankara Üniversitesi’nde yapılan seçimlerde ezici bir oyla birinci gelen Erkan İbiş, seçimleri eleştiren bir öğretim üyesi hakkında soruşturma açtı. Seçimlere dönük eleştiri, İbiş’e oy veren öğretim üyeleri tarafından milli iradeye hakaret, kabul edilemez bir antidemokratiklik örneği olarak görüldü. Çok kısa bir süre sonra AKP genel başkanı cumhurbaşkanı, kırgınlıklar oluyor diyerek seçimleri kaldırdı ve doğrudan atamaya karar verdi. En rütbesizi yardımcı doçent ünvanına sahip İbiş’e oy vermiş 900’ün üzerinde “değerli” bilim insanı, meslektaşlarına yönelttikleri eleştirinin en küçük bir parçasını bile bu karara yöneltmedi. Çünkü güce ve zora dayalı şebekelerin işlemesi; kadroların kendileri açısından sorunsuz biçimde dayanması, yüksek bütçeli projelerinin yürümesi onlar için yeterliydi. Demokrasi, özerklik, üniversite fikri… Lafıgüzaflar…
Bugün daha işler belediyelerin, ancak demokratik meşruiyetten yoksun atanmış başkanlarca yönetilmesiyle mümkün olacağı “en yüksek mercii” tarafından açıklanırsa sizce ne olur?
ANKET DEĞİL SİYASET, PROSEDÜR DEĞİL MEŞRUİYET
Artık Türkiye’de siyasetin düzlemi prosedürler düzlemi değildir, meşruiyet düzlemidir. Dolayısıyla demokratik meşruiyet iddiasını taşıyan siyasal muhalefet, bu iddiasını anketlere dayanan eski taktikleriyle uygulayamaz, muhafazakar seçmenden şu kadar, ötekinden bu kadar, beriki zaten beride taktiklerini uygulayarak Atatürkçü dönüşte bile dinci bir Atatürk profilini sunan CHP’nin içine düştüğü saçmalıktan başka bir seçenek sunmaz.
Bugün demokratik meşruiyet krizine verilecek cevap, bütün prosedürleri siyasallaştırmaktan geçer. Hukuk üretmek yerine hukuksuzluk üreten mahkemeleri, haber üretmek yerine propaganda makinesi olarak çalışan medyayı, bilim üretmek yerine iktidarın ideolojik merkezleri olarak çalışan üniversiteyi, bilimsel demokratik eğitim dışında her şeyin mekanı olan okulları, askıya alınmış anayasayı ve OHAL rejimini ve en önemlisi bizzat seçimlerin kendisini politikleştirmekten. Evet, aynısını söyleyeyim, bütün demokratları birleştirmekten. Fakat bu birleşmenin, kendini bile kandıramayacak kadar saçma taktikler ile değil ancak bir bütüncül demokratik “dava” etrafında mümkün olduğunu bilerek.