YAZARLAR

Irkçılar şamata yapar

Türkiye’de siyasal çatışmanın boyutları derinleştikçe, “kavgada olsa söylenmez” dediğimiz sözlerin kullanımında ciddi bir artış oluyor. Felaketler için biçimsel, törensel dayanışma jestleri veya sözleri bile bazen bir tarafa itilebiliyor. O zaman, “bırakalım gebersinler” önerisi, sanki siyasi bir fikirmiş gibi, sanki özel bir duyarlılıkla çıkarılmış bir sesmiş gibi arzı endam edebiliyor.

Bütün bunlar önceden de olmuştu. Şimdi yine aynı şey oluyor. Hani şu 7,4 büyüklüğündeki deprem var ya. O deprem gecesi başlayan tartışmadan söz ediyorum. Birinin dilinden kurtulup klavyenin tuşlarına yansıyan şu sözlerle başladı tartışma: “Hayır hazır deprem olmuş bırakalım gebersinler”. Yazan kişinin can yakıcı olmak, insanları sarsmak istediği açık. Ancak insanlara sert sözlerle saldırmak, biraz tokat atmaya benzer. Beklemedikleri bir anda, olmadık bir yerden vurmak gerekir ki sarsıcı olsun. Lakin bu saldırı, çok can yakıcı olsa da, pek sarsıcı olmadı bence. Neden mi olmadı? Az önce de dedim ya; çünkü bu daha önce de olmuştu. Van depreminde de kiniyle beslediği garezi, böyle ulu orta beyan edenlere çok rastlamıştık. İnsanlar talimliydi. Durumu hemen anlayıp tepki vermeye başladılar.

Gerçi mesajın sahibi gibi gözüken kişi, sorumluluğu kabul etmedi. Belki bir komploya maruz kaldı, belki de durumu kurtarmaya çalışıyor. Ama bu çok da önemli değil. Bazılarının kamuoyuna böylesi çağrılar yapabileceği bir ortamın gelişmiş olması daha önemli. Belli ki siyasal gündemimiz bu türden müdahalelere açık hale gelmiş. Garez siyaseti, bazılarının ses çıkarma, siyasete katılma biçimini belirlemeye başlamış. Bence adını koymamız gereken asıl mesele burada, birilerinin yüzü kızarmadan bunları söyleyebilmesinde. Türkiye’nin içinde bulunduğu insanlık krizinin derinliğini buradan yola çıkarak anlayabiliriz. Bu yüzden meselenin teşhisi ve ayırt edilebilmesi için biraz kafa yormakta fayda var.

Herkesin, ilgilendiği kamusal sorunlarda ses çıkarmasında, kendi başına olumsuz bir yan yok. Çünkü bu yoldan herkes, ortak sorunların çözümüne küçük de olsa bir katkı yapma imkânı bulmuş olur. Sanılanın aksine, siyasi sorunların çözümleri hiçbir zaman büyük dehaların kafasında şekil bulmamıştır. Aslında tüm çözümler, bu gibi küçük katkıların yarattığı birikimin eseri olagelmiştir. Bu çözümler, her sesin yerini bulduğu bir koroyla icra edilen bir şarkı gibi düşünülebilir. Eski bir bilgelik anlayışı, bu koronun gücünü şu sözlerle dile getirir: Halkın sesi, hakkın sesi! Çünkü halkın sesi, toplumun genel zekâsının gücüyle donatılmıştır. Böylesi bir siyaset, yanılgıların kolaylıkla yanına varamayacağı bir derinliğe ulaşmış kabul edilir.

Burada bir noktaya açıklık kazandırmak isterim. Gayemin halka mutlak bir yanılmazlık payesi vermek olduğu düşünülmesin. Halkın bazı durumlarda nasıl büyük yanılgılar içine düşebileceğinin farkındayım. Toplumda özel kazancın avazının her sesi bastırdığı durumlarda, halkın sesi gücünden çok şey kaybetmeye başlar. Bu durumlarda, birinin kaybı diğerinin kazancı haline gelmeye başladığı için, uyumlu bir koro teşkil edebilmek çoğunlukla mümkün olamaz. İşte büyük siyasi yanılgılar, halk kesiminin olduğu yerden, gürültü patırtıdan başka bir ses duymanın mümkün olmadığı durumlarda ortaya çıkar. Bu yanılgıların doğurduğu yaygarayı, başkalarının felaketinden kazançlı çıkma gayretiyle ilişkili olarak anlayabiliyoruz. Böylesi bir duyguyu her insan içinden geçirebilir. Buradaki mesele de, bu duyguların varlığından çok, ifade edilmesini belirleyen sınırların nereye çizildiğiyle bağlantılıdır.

Artık meselenin bu duygunun dildeki sınırlarını belirlemekle ilgili boyutunu rahatlıkla görebiliyoruz. Duyguların dildeki sınırlarını onlara verdiğimiz isimlerle belirleriz. Ne var ki bu duyguyu gündelik dilde ifade edebileceğimiz tek kelimelik bir karşılık yok. Bu yüzden meseleyi Almancadan ödünç aldığımız bir terimle ifade ediyoruz: Schadenfreude. Zarar anlamına gelen “schaden” ve neşe anlamına gelen “freude” kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşmuş birleşik bir terim. Üstelik sadece Türkçede değil, başka dillerde de Almanca olarak kullanılabiliyor. Oysa bizim eski sözlüklerimizde bu durumu adlandıran daha kullanışlı bir sözcük var: “şematat”. Gürültü yahut yaygara yapma anlamındaki “şamata” sözcüğü de bu terimin dayandığı anlamdan koparak oluşmuş gibi gözüküyor. Her iki sözcük için de kök kelimenin aynı olması böyle bir dönüşümü imkân dairesine sokuyor. Neticede, kötücül bir neşenin vicdanlı kulakları tırmalayan bir şamatayla aynı hissi uyandırmasında akla aykırı bir taraf yok. Bu yüzden, başkalarının acılarını sevinç gösterileriyle karşılamayı şamatacılık olarak adlandırabileceğimi düşünüyorum.

Bu tarz bir şamatacılık, elbette bunu yapanın gözünden, farklı mazeretlerle gerekçelendirilir. Bunlardan en tanıdık olanı, maruz kaldığı kötülüğün o kişiye müstahak olduğunu ileri sürmektir. Hak edilmiş bir kötülük, daha önce işlenmiş bir suçun cezası olduğu için şamatacının vicdanı rahattır. Aslında onu memnun eden şey, felaketin kendisi değil, vasıtasıyla ulaşılan neticedir. Adalet sevincinde de saklayacak, utanılacak bir taraf yoktur. Üstelik bu sonucun ortaya çıkmasında, şamatacının hiçbir dahli yoktur. Kendini doğrudan ilgili gördüğü bir duruma, doğrudan bir dahli olmadan kazançlı çıkan kişi neden suçluluk hissetsin? Sonuçta, olayların doğal akışı onu doğrulamış, bir şey yapmasına gerek kalmadan hak ettiği yere gelmesini sağlamıştır. Zaten bu neşeyi bu kadar tatlı kılan şey de bu durumdur.

Bu gerekçelere biraz yakından baktığımızda, kötücül neşenin ifade edilme koşullarının üç kavramla ilgili olduğu açığa çıkıyor: adalet, kıskançlık ve öz saygı. Birbiriyle bağlantılı olan bu kavramlar, şamatacılığın sınır işaretlerini de görebilmemizi sağlar kanaatindeyim. Örneğin kişinin yetersizlik duygusu artarak bir öz saygı problemine dönüşünce, bu yetersizliği hissettiren kişinin başarısızlığı bir neşe kaynağına dönüşebilmektedir. Bu duygunun gücü arttıkça, kişi söz veya davranışlarıyla şamata yapmaktan kendini alamaz. Kıskançlık, zaten bu yetersizlik hissinin doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkar. Kibirli bulduğumuz, kimseye pas vermeyen birinin muz kabuğuna basıp düşmesini izlemekten daha tatlı ne olabilir? Onun “karizması çizilince”, hiç çaba sarf etmeden bizim değerimiz artmış olur. Sonuç olarak, adalet perdesini araladığımızda, karşımıza bu kötücül duyguların çıktığını görürüz. Bu duyguların kişiler arasında nasıl paylaşıldığı, hem şamatayı kimin yapacağını hem de kopacak gürültünün büyüklüğünü belirliyor.

Elbette, kötülüğün derecesi ve şamatacılığın boyutları önem taşır. Muz kabuğu yüzünden kayanlara gülenleri, depremde ölen yüzlerce insanın felaketine sevinenlerle bir tutamayız. Zaten ilki, en fazla bir kınama veya ayıplama ile geçiştirilebilecekken, ikincisinin bir infiale yol açması da bu farktan kaynaklanır. Bu fark, aynı zamanda kötücül neşeyi ifade etmeyi düzenleyen toplumsal kuralların sınırları nasıl belirlediğini de anlamamızı sağlıyor. Şamatacının, takındığı adalet maskesi düştüğünde, kıskançlık ve yetersizlik hissiyle sırıtan bir yüz çıkar ortaya. Yani rekabet ve çatışma dinamiklerinin bu duygunun esasını oluşturduğunu görürüz. Toplumun çizdiği sınırların genişliği, ortak yaşam arzusunun gücünün ne olduğuna bağlı olarak belirlenir.

Zaman içerisinde bir başkasının felaketinin, bu “müstehak” olsa bile, bir seyir nesnesi olmaktan çıkarıldığını, bu konuda özel ahlaki kodların gelişmeye başladığını görüyoruz. Bu aslında bizim nezaket, ahlak veya dayanışma kuralları çerçevesinde deneyimlediğimiz uygarlaşma sürecinin bir gereğidir. Modern devletler, hukuk ve siyaset alanından bu tarz bir şamatacılığı uzaklaştırdıkları ölçüde bugün olabildikleri şey haline gelmişlerdir. Bunun somut bir örneğini, zaman içerisinde suçlulara verilen cezaların aleni infazından vazgeçilmesinde, infazın seyirlik bir nesne olmaktan çıkarılmasında görürüz. Modern dünya, herkese açık gerçekleştirilen idam cezalarından, hatta bizzat bu cezanın kendisinden vaz geçeli çok oldu. Bu kötücül duygunun ifadesi ile ilgili sınırlar bir hayli daraldı, bir hayli dolaylı bir karakter kazandı.

Ne var ki Türkiye’de siyasal çatışmanın boyutları derinleştikçe, “kavgada olsa söylenmez” dediğimiz sözlerin kullanımında ciddi bir artış oluyor. Felaketler için biçimsel, törensel dayanışma jestleri veya sözleri bile bazen bir tarafa itilebiliyor. O zaman, “bırakalım gebersinler” önerisi, sanki siyasi bir fikirmiş gibi, sanki özel bir duyarlılıkla çıkarılmış bir sesmiş gibi arzı endam edebiliyor. Çünkü böyle konuşmaktan ötürü kimsenin yüzü kızarmıyor, kimse bir suçluluk hissetmiyor. Aksine bu insanların etrafında bir tür dayanışma ağı oluşuveriyor hemen. Kimsenin elini bulaştırmayacağı “kirli işler” vardır ya. Sanki bu insanlar, o işi herkes için görerek elini taşın altına sokmuşlar gibi bir koruma görüyorlar.

Ortada zevahiri kurtarmak için yapılmış resmi açıklamalar, asla sonuca varmayacak soruşturmalar dışında hiçbir şey yok. İşte böyle bir ortamda palazlanan ırkçılık asla “ses çıkarmıyor”, sadece diğer sesleri bastırmak için şamata yapıyor. Ne var ki şamatacılığın gördüğü müsamaha siyasetin önünü açmıyor. Bakışların sertleşmesinden, yüreklerin katılaşmasından başka bir sonuç vermiyor. Onun için çizilmiş sınırlarla beraber, kötülük için öngördüğümüz kısıtlamalar da ortadan kalkmaya başlıyor. Söylemesi benden: Sonsuza uzanan bir kötülük rejiminde varolmak kolay bir iş değildir. Ortak hayatın yükü, daha fazla şamata kaldırmaya elvermez!


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.