Birîn
Bir adam var, yıllardır şarkı söylüyor. Şimdi onun “Birîn” [Yara] diye bir şarkısı var. Bir çukurun civarına ekilen gül tohumu gibi. İlkgençlik yağmuru gibi. Gözümüz hiç bozulmamış, saçımız hiç dökülmemiş, 20’leri bitirmemişiz, hiç seyahat etmemişiz, evler taşımamışız gibi bir “Birîn”.
Bir adam var. Şarkı söylüyor yıllardır. Bir müzik grubuyla başladı, sonra bir başına devam etti, solo albümler yaptı. Albümler diyorum aslında, etkisi çok albüm gibi görünüyorsa da, aslında iki solo albümü var. Şimdi sevgilinin ayak sesini bekler gibi üçüncü albümünü bekliyor dinleyicileri. Onun dinleyicileri, sadece dinleyici değil aslında. Hempası, yoldaşı, arkadaşı, dostu. Yıllardır dinleyicileriyle, yani bizlerle söyleşiyor. Söylenmiyor, şikâyetlenmiyor, bağırmıyor. Söylenebilirdi; muhtemelen albümlerini kaydetmek ve basmak için bir dolu hengâme atlattı, başka işler yapmak zorunda kaldı, halen de başka bir işle iştigal ediyor. Şikâyetlenebilirdi; daha çok konser vermeli, geçimini müzikle sağlamalı, onbinlerce kez dinlenilen şarkılarının telifiyle yeni besteler yapmalıydı. Bağırabilirdi; çünkü miting alanları, çünkü kalabalıklar, çünkü ekserimiz bağıranı daha duyuyoruz. Bir adam var, yıllardır köşesinde şarkı söylüyor. İyi ki de söylüyor. O adamın adı Mehmet Atlı.
Koma Dengê Azadî [yaklaşık olarak “Grup Özgürlüğün Sesi” diye Türkçeleştirilebilir] diye bir grup varmış, “Fedî” [Utanmak, utanç] diye bir albümleri varmış. Ufkumuz birkaç şarkıcı, birkaç grup, birkaç melodiyle kuşatılmış durumda. Memnunuz da halimizden, ki onlardan bazılarını halen hepimiz dinliyoruz. Bazısıyla tanıştık, bazısı masa arkadaşımız oldu ve şükrettik. Canlı canlı, arada elektronik aksamlar, CD’ye kayıtlar, mp3 kayıpları olmadan da dinledik. “Fedî”yi ama, ta o zaman bir teypten dinledik iki kişi. Ben harcayabileceğim bir kasetin kulağını bantladım, bir tarafa Fedî’yi öteki tarafa o kaseti koyup bastım “Rec” düğmesine. Teybimi hep çok seviyordum. O 12 şarkının 12’sini de ezber ettik iki kişi. Elimizde albüm kartoneti yok, bazı sözleri yanlış anlıyoruz, solistin değiştiği yerlerde emin olamıyoruz, bazı şarkıların yazarını merak ediyoruz. Büyüklerimize danışıyoruz, onlar da kırık dökük yardım ediyor, bazısı daha etraflı bilgi veriyor, hemen yetiştiriyoruz hangimiz duyduysak, ötekine. “Mihemedo”daki uzun havanın aslından daha güzel olduğuna çoktan kaniyiz; ama sanki orada solist değişiyor, adı n’ola ki? O zamanlar daha “cover” denen şeyi bilmiyoruz, yeniden yorum nasıl olursa çok severiz seziyoruz ama yabancıyız çok şeye. Kulağımızı terbiye etmemiz zaman alıyor ama iki albüm bize çok büyük yoldaşlık ediyor o günlerde, biz biraz çocuğuz. İlki Koma Amed’in [Grup Amed, Grup Diyarbekir] “Dergûş” [Beşik] albümü, ikincisi bu albüm. Koma Dengê Azadî, “Fedî”. İkincisinin solisti Mehmet Atlı, meğer “Dilê Xemgîn” [Gamlı, mahzun, efkârlı gönül] diyen oymuş. Adını ezber ediyoruz.
Sonra “Jahr (Stranên bê Zeman û bê Ziman)” [Zehir, Zamansız ve Dilsiz Şarkılar] albümü çıkıyor. Bu defa albüm kartoneti var elimizde, kapakta açık köstekli bir saat var. İçerideki fotoğrafında elini ardında kavuşturmuş, mahcup bakıyor. Onu da ezber ediyoruz; modern Kürt şiirinden yaptığı besteler, bizimkine benzeyen hayatların konuştuğu şarkılar, dertlenmemize benzer dertlerin söylendiği sükûnetler. Değil ki ‘edebiyat’ yapmak için dedim; Atlı’nın şarkılarındaki sessizlikler alışıldık esler değildir. Orada durulmaz, devam eder devam ediyor olan. Sadece sükûnet vardır. Oradadır, öyle olduğu için, orada olması gerektiği için oradadır. Sonra ikinci solo albümü, “Wenda” [Kayıp]. O da tek kelime, bu defa kapakta tipografik bir tasarım var kapakta, bir de yüzünün olduğu bir çizim. Sözü müziği ona ait bir şarkıyla açılıyor albüm, “Ya Erê ya Na” [Ya Evet (de) ya Hayır]. Yer Ankara, bir yangın merdiveni, onlarca kez dinlenen o şarkı. Aşağıda koca ağaçlar var.
Bir adam var, yıllardır şarkı söylüyor. Şimdi onun “Birîn” [Yara] diye bir şarkısı var. Bazı aletler artık aynı şarkıyı kaç kez çaldığını sen ona sormadan çalıyor. Bakıyorum; üç yüz yirmi dokuz defa çalmış Birîn aynı dört duvarın içinde. Bir çukurun civarına ekilen gül tohumu gibi. İlkgençlik yağmuru gibi. Gözümüz hiç bozulmamış, saçımız hiç dökülmemiş, 20’leri bitirmemişiz, hiç seyahat etmemişiz, evler taşımamışız gibi bir “Birîn”. O adam şarkı söylüyor ve biz oturup sokağa bakıyoruz. Bir adam elinde çiçekle yukarıya doğru yürüyor. Uzaktan bir arabanın fren sesi geliyor. Sütçü bağırıyor. Biz susuyoruz. Gül ekmemiz lazım çünkü.
Bu yazı 2014’te yayımlanmıştı.