Kabarık haset damarımız!
Bir komedyenimiz henüz ışıklar içinde değilken, oturduğumuz kahvede, hemen yan masaya konu olmuştu. Bağıra bağıra analiz yapıyorlardı. İçlerinden biri: “Yav geç onu, zamanında bizim kahveye gelip oyun izlerdi, neyine gülecem onun?’’ dedi. Bir diğeri, sürekli kafa sallamayla oluşturduğu boşluğu, ‘’yani’’ diyerek doldurdu…
‘’Tıpta devrim! Nasip büyütücü bulundu. Uzmanlar, geliştirdikleri yeni teknoloji sayesinde bünyedeki haset damarını alarak hastanın nasibini büyütmeyi başardılar. Operasyon sonrası hastalar, kendilerinden daha zeki ve becerikli arkadaşlar edinebiliyorlar.’’ – Science, Aralık, 2067
Gelecekte böyle bir haber okuyacağımız düşüncesi şimdilik saçma. Çatlamış ar damarı, kabarık haset damarı gibi konular bilim için teklif dahi edilemeyecek türden. Belki de henüz bu alanda mağaramızdan çıkmadık? Fakat şu "kabarık haset damarı" düşünmeye değer. Kıskançlık nedir?
Üniversite yıllarım. Mekân; Emek Sekizinci Cadde, Ankara… Bir komedyenimiz henüz ışıklar içinde değilken, oturduğumuz kahvede, hemen yan masaya konu olmuştu. Bağıra bağıra analiz yapıyorlardı. El mecbur, kendimi konulu masaya kattım. İçlerinden biri:
“Yav geç onu, zamanında bizim kahveye gelip oyun izlerdi, neyine gülecem onun?’’ dedi. ‘’Bunlar sanatçı manatçı değil ama ‘’sarhoş’’u iyi yapıyor’’ diye de kendince hakkını teslim etti. Bir diğeri, sürekli kafa sallamayla oluşturduğu boşluğu; ‘’yani’’ diyerek doldurdu.
Vaktiyle kamyonculuk yaptığı için şehir şehir gezmiş ve gezentiliğinin sayesinde istemsiz şekilde bilgeleşen diğeri aldı sazı eline. Boş beleşliğinden ödün vermeden konuştu. ''Bu tiplere" gülmememiz gerektiğini, bundan daha komik muavini üzerinden detaylandırdı. Aynı kahvede oyun oynamış, izlemiş olanların, ebedi billah kahve standartlarında kalması gerektiğinde anlaştılar.
Bu sefer tekrarlar başladı. Altı boş fikirlere sahip olanlara has bitmeyen konuşma isteğiyle, vır vıra ciddiyet katıyorlardı.
“Büyük resim’’, ‘’sapı içeriden baltalar’’, ‘’kilit tutmayan kapılar’’ ve en nihayet ‘’sallandırılması gerekenler’’ diyerek, memleketin çoğu meselesini istedikleri yere bağladılar. Hep kahvehane ehli kalacaklarına dair birbirlerine güvenleri tamdı.
Alain de Botton ‘’Statü Endişesi’’ adlı eserinde:
“Aslında, sadece benzeştiğimizi hissettiğimiz insanları, yani referans aldığımız grubun üyelerini kıskanırız. Bize en dayanılmaz gelen başarılar, sözde eşit olduğumuz kişilerin başarılarıdır’’ diyor. (Statü Endişesi, Sel Yayınları, sayfa 55)
Bu kıskançlık damarını daha iyi anlamamız için belki sert bir örnek lazım. "Sallandırma’’ lafı geçti demin mesela.
Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatih Rüştü Zorlu'yu asmak için cellatlar bulunmuş. Cezaevi müdürü sormuş yapıp yapamayacaklarını. “Yaparız” demişler. Gerekli belgeler hemencecik düzenlenmiş, imzaları alınmış. Müdür, yanlarındaki depo sorumlusuna cellatların neye ihtiyaçları olursa vermesini buyurmuş. Kapıdan çıkarken cellatlardan biri, bir şey söyler gibiymiş. Dönüp dönüp müdüre bakıyormuş. Tuhaflığı sormuş müdür. Cellat, sıkıntısını anlatmış:
“İyi de efendim, öteki arkadaş daha önce kimseyi asmadı ama ben vaktiyle Börekçi Hüseyin’i asmıştım. Bu yüzden benim ismimin önüne baş cellat yazılması gerekmiyor mu?” demiş. (Harfler ve Notalar, Hasan Ali Toptaş, İletişim Yayınları, sayfa 154)
Bilimden ümidimizi kesmeyelim!