Silik bir akademisyenin dekan olarak portresi
Çıplak gözle görünür biçimde haksız bir soruşturmada, fakülte üyemiz bir profesörün cezası görüşülürken söz almayan Gürdal, oylamadan hemen önce fark etmediğim biçimde birden kaybolmuş, oylamaya katılmamak için dışarı çıkmıştı. Belli ki fakülte üyesi hiç de silik olmayan bir profesörün disiplin cezası almasını, karşılaşacağı tepkiden dolayı istemiyordu; ama rektörün dediği olurdu. Bu çelişki içinde yapacağı şey açıktı: Kaçmak.
Ülkede iki kültür ve iki ahlak keskin biçimde karşıtlaşıyor; karakterlerini iyi ve kötü olarak belirgin biçimde ayıran kötü gişe filmleri gibi. Yoksul ve zengini, akademik Marksist ve akademik liberali, kırı ve kenti tam ortasından kesecek biçimde, hiç kimseye nesnel varoluşundan ya da ideolojik konumlanışından dolayı bir ayrıcalık bahşetmeden, her mecrada iki kültür ve iki ahlak arasındaki ayrım keskinleşiyor. Elbette bunun nesnel bir nedeni var. Baş çelişkinin diktatörlük döngüsü içindeki siyasal alanda cereyan ettiği bir kriz durumunda, herhangi bir kişinin ya da grubun alacağı pozisyon, onu bu keskin karşıtlığın içine yerleştiriyor. Bir rüşvet ya da para transferi belgesi bağlamında, sahihlik kavramı çerçevesinde gelişen tartışmada alınan pozisyonlar, paradoksal biçimde sahihliği kanıtlama yöntemlerinden bağımsız olarak gerçekleşiyor. Bir belgenin gerçek ya da sahte olduğunun ölçütü, o belgedeki imzalar gibi olgusal nedenlere değil; kimin işine yarayacağını saptayan işlevsel nedenlere kaydırılıyor. Dolayısıyla belge gerçek mi sahte mi tartışmasında beliren ahlaki pozisyonlar; dürüstlük, doğruluk, hakkaniyet gibi kavramlarla değil, siyasal krizin göbeğinde yer alan döngünün sürmesini sağlayan çıkar şebekesi bakımından işlevselliği bağlamında belirleniyor. Her iki taraf da pozisyonlarını belirlerken diktatörlük döngüsünün sürmesini ya da kırılmasını referans alıyor. Bir belirleyen daha var tabii; iki kültür ve iki ahlak saptamamızın temel nedenini de bu ikincil belirleyen oluşturuyor: ödüller ve cezalar. Döngünün sürmesi yanında pozisyon alıyorsanız, iş, para, mevki, makam sizi bekler; kırılması yanında pozisyon alıyorsanız mapushane çeşmesi yandan akar. Eşitlik özgürlük ve barış mücadelesinin diktatörlük döngüsü ile karşılaştığı her yerde, çeşitli şiddetlerde cezaların devreye girdiğini, en azından iki buçuk yıldır artık ekran karıncalanmadan izleyebiliyoruz.
İKİ AKADEMİK TİP: SİLİK VE İDDİALI
Bu yazının yazılmasından iki gün önce, Türkiye modernleşmesinin müstesna kurumlarından Mülkiye’nin kuruluşunun 158'inci yıl dönümü bir törenle kutlandı. Tanığın varoluşunun tanıkta ve tanık olunanda yaratacağı rahatsızlığı bilerek ve isteyerek orada oldum… Ertesi gün, 5 Aralık’ta, İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde başlayan Barış İçin Akademisyenler bildirisi imzacılarının duruşması vardı. Oraya tanık olmak için değil, bizzat orada olmak, varoluşuma dair sevincimi arttıracak karşılaşmaları yaşamak için gittim. Yazıdan temizlemeye çalıştığım bu iki günün duygularından kimi kırıntılar hâlâ yazıda yer alıyor ise, yazıdan çıkarılması mümkün olmadığındandır; o nedenle okurdan af dilemeyeceğim.
Yukarıda sözünü ettiğim baş çelişki ve ona yönelik olarak benimsenen pozisyonlar bağlamında akademi, ilginç bir yerdir. Çünkü, özellikle de beşeri bilimler alanında her varoluş, belirli bir pozisyonu tutmayı ve onu deklare etmeyi zorunlu kılar. Çünkü her akademik birey en azından bir tez yazmak, onu yazarken belli bir yöntem ve literatür kullanmak, onu bağımsız bir jüri önünde savunmak zorundadır. En silikleri de en iddialıları da. Bunların en iddialı olanları bile siyasal değil, akademik pozisyonlardır. Zaten akademisyenlere bakıştaki temel yanılgıyı yaratan da budur. Örneğin çok değerli eserler vermiş, işçi sınıfının ülkedeki koşulları ve siyasal direniş imkanları üzerine uğraşan Marksist bir akademisyen, siyasal pozisyonunu belirlerken ödül ve cezaları ön plana koyarak iş yerindeki direnişin yerine iş yerindeki patronun, yani rektörün yanında pozisyon alabilir. Bu, diktatörlük döngüsü içindeki siyasal krizin başat çelişki olduğu bir ülkede olmazsa, çok dikkat de çekmez; zira bugüne kadar çekmedi. Fakat bu döngünün sürmesi gayretindeki bir rektörün yanında yer almak, onunla fotoğraf verebilecek kadar güçlü bir biçimde yer almak, o rektörün meslektaşlarının yarısını atmış olduğu bir fakültede; kadro sorunlarının çözülmesi, bölüm içindeki öneminin artması ya da herhangi başka bir nedenle olursa olsun, artık Türkiye siyasetindeki keskinleşen iki kültür ve iki ahlak içinde bir yerde pozisyon almaktır. Ödül için olmasa da cezadan kaçınmak için. Feminizm alanında çalışan, güçlü eserler vermiş bir akademisyenin, erkek bir kurum ile mücadelede önemli yol kat etmiş bir kadın çalışmaları bilim alanının tasfiyesini seyretmekle kalmayıp o kurumla mücadele edenleri suçlaması, bu iddialı akademik tipin aldığı pozisyonun başka bir kaydedilmiş örneğidir. Bu iki istisnai örnek dışında kriz durumlarında bu iddialı akademik tipin genel pozisyonu silikleşmedir. İddialı akademik tip kriz durumunda genel olarak silikleşir. Daha önceden almış olduğu akademik pozisyonunun ona sağladığı imkanları korumak adına bir süreliğine yok olmak ister, onu göremezsiniz duyamazsınız. Selamından giyinişine her şeyi, bir belirsizlik mıntıkasında var oluyor gibidir. Kriz geçtikten sonra güçlü bir seslenişi hazırlamak için akademik köşesine sığınmış, derin bir araştırma yürütüyor gibidir ki muhtemelen kriz sonrasında çok güçlü bir eser ile karşımıza çıkacaktır.
İddialı tipin yanında, bir de baştan itibaren silik olmuş bir akademik tip vardır. Kriz durumundaki asli rol ise bu silik ruhun eyleme kapasitesindedir.
SİLİK BİR RUH OLARAK KRİZ ANINDA ATANMIŞ MÜLKİYE DEKANI
Mülkiye’nin atanmış dekanı Prof. Dr. Kadir Gürdal, kurumun 158'inci kuruluş yıl dönümünde kritik geçişlerde sesi titrese de hiç de silik olmayan bir konuşma yaptı. Bu konuşma sadece Türkiye’nin en önemli eleştirel sosyal bilim okullarından Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin bir kurum olarak tasfiyesinin ardından gerçekleşen cenaze töreni konuşması olması bakımından değil, Türkiye akademisinin siyasal pozisyonu bakımından da silik değil kritik bir konuşmadır. Mülkiye Dekanı Prof. Dr. Kadir Gürdal, dekanlığı öncesinde de, dekanlığında da silik bir akademik tiptir. Dikkat çekmemek için neredeyse özel bir çaba sarf eder. Birlikte yaptığımız futbol maçlarında bile maç kritiklerine katılmaz, yalnızca dikkat çekmeyen futboluyla vardır. Onunla karşı karşıya geldiğinizde, karşınızda birinin olduğunu görmekten başka bir şey görmezsiniz, bir iddia durmaz karşınızda. Söyleyecek bir şeyi yok gibidir, o nedenle başkalarının iddialarını söylerken de sesi titrer, karşınızda küçülür. Onun fakültenin dekanı, benim sendika temsilcisi olarak katıldığım bir üniversite disiplin kurulu deneyimini aktararak açıkça ifade etmeye çalışayım.
Çıplak gözle görünür biçimde haksız, haksız olmanın ötesinde disiplin kurulunda ifade ettiğim hukuksuzlukları da taşıyan bir soruşturmada, fakülte üyemiz bir profesörün cezası görüşülürken söz almayan Gürdal, oylamadan hemen önce fark etmediğim biçimde birden kaybolmuş, oylamaya katılmamak için dışarı çıkmıştı. Belli ki fakülte üyesi hiç de silik olmayan bir profesörün disiplin cezası almasını, karşılaşacağı tepkiden dolayı istemiyordu; ama rektörün dediği olurdu. Bu çelişki içinde yapacağı şey açıktı: Kaçmak. Silik tip, kriz döneminin diktatörlük döngüsünün siyasal pozisyonunun taşıyıcısıdır. Bu söylemi yorum katmadan tekrar edebilecek en uygun kişidir. Sesi titriyorsa, çalışır; kendine çeki düzen verir. Zamanla dekanlığa da alışır. Bir sonraki aşamada, polisin el hareketiyle çağırdığında yanına giden dekan olmaktan çıkarak, el hareketiyle polisi çağıran bir dekan olacağına şüphem yok.
Gürdal’ın kalfalık evresini tamamlarken yaptığı açış konuşması, tam da bu alışmaya işaret ediyor: Olgunlaşmış siliklik aşaması. Konuşmasında çok üzüldüğünü gizli gizli, sesi üzüntüden titreyerek söylediği akademisyen tasfiyesinin adı dahi geçmez. Üniversite tasfiyesinin en güçlü biçimde yaşandığı fakültenin, hiçbiri darbe girişimine karışan cemaatle bağlantılı olmamış, hatta cemaatlere karşı mücadeleyi ilke edinmiş bilim insanlarına hiç orada olmamışlar gibi muamele etmek en iyisidir. Konuşmanın teması, 15 Temmuz’da kendini açığa çıkaran terör ve bölücü teröre karşı vatansever gençleri yetiştiren bir kurum olarak Mülkiye’nin siyaset yapılan bir kurum olarak algılanmasındaki çarpıklığın düzeltilmesidir. Bunun için de Mülkiye’nin binalarının yetersizliği sorunu, kadro sorunu gibi sorunlarının ortadan kaldırılmasını, hak ettiği cülusu rica eder. Mülkiye’nin bir bilim yuvası haline getirilmesini ister… Silik akademik tip açıkça siyasal bir konuşma yaparken dahi ‘bilim’i kullanır. Mülkiye geleneğine atıf yapar. Geleneğin bir tarafına demek daha doğru. Çünkü Mülkiye geleneğinde her darbe döneminde iki tip olmuştur. Değerli kürsü hocamın söylediği gibi, lacivertleri çekip makam bekleyenler ve ihraç edilenler… Siyasal iktidarın baskılarına karşı özgürlüğün ve bilimin talebeleri ile mevki, makam talipleri…
Silik ruh, kriz dönemi siyasal diktatörlüğünün en uygun yönetici ruhudur.
İKİ KÜLTÜR, İKİ AHLAK
İki kültür kavramını, Snow’un beşeri bilimler ile fen bilimleri alanlarının davranıştan bilme biçimlerine ve yöntemsel farklılıklara uzanan kalıplarının nasıl iki değişik bilim kültürünü yarattığını anlattığı kitabından aldım. Kavramın içeriğini farklı biçimde kuruyorum. Bugün Türkiye’de akademik alanda ve onun dışındaki dünyada iki kültür hakimdir. Birisi, yaptığı işin hakkını verme, belli bir biçimde varoluşunun sorumluluğunu taşıma kapasitesine sahip ve onu korumanın bugüne kadar kendine aktarılan kamusal kurumları korumak anlamına geldiğinin bilinciyle hareket eden kültürdür. Diğeri ise kendi varoluşunun bir özerkliği olmayan, güçlünün hukukunu kendi hukuku, güçlünün arzusunu kendi arzusu sayan kültürdür. Bu iki kültür, davranış kalıplarından bilme biçim ve yöntemlerine uzanan bir kapsamda belirgin biçimde ayrışır. Bu ayrışmanın özü iki ahlaktır. Birincisi belki de saf Kantçı anlamda dışarıdan gelecek ödül ve cezalardan özerkleşmiş bir ahlaki koddur, karşıtı ise varoluşunu bu ödül ve cezalar üzerine kurmaktadır.
4 Aralık’ta bütün varlığımla hissettiğim ve bu sefer Nietzsche’nin tanımladığı, “iradenin kendisini zamana ve zamanın ‘böyle oldu’suna alıştıramamasından doğan” hınçtan kurtulmamın vesilesi 5 Aralık’ta Çağlayan’da başlayan Barış İçin Akademisyenler duruşmaları sırasında yaşadığım karşılaşmalar oldu.
Hınç ile değil, sevinç ile devam edecek mücadelemiz, sizin geçmemiş ve tedavisi mümkün olmayan hıncınıza inat!