İtaat et; etin de benim, kemiğin de!
Devam ede gelen olgu, bağımlı benlik yapısının sebebi ebeveyn-çocuk, toplum-çocuk ilişkisi temelinde asıl olarak ebeveynlerinin ve büyüklerinin sözünü dinleyen çocuklar istememizdi. Çiğdem Kağıtçıbaşı, buradan hareketle de toplumumuzun ve dahi devletin itaatkâr insanlar/yurttaşlar peşinde olduğunu belirtiyordu.
1970’lerin başlarında başlayan, dokuz ülkede yapılan Kültürlerarası Çocuğun Değeri adlı çalışmanın Türkiye ayağını gerçekleştiren Çiğdem Kağıtçıbaşı, sonrasında da çalışmayı aralıklarla 2003 yılına kadar güncellemişti. Çalışma son haliyle bu süre boyunca istenilen çocuk sayısı, cinsiyeti ve çocuktan beklentiler konusunda bir takım değişikler gözlense de bir olgunun neredeyse hiç değişmediğinin altını çiziyordu. Devam ede gelen olgu, bağımlı benlik yapısına sebebiyet veren ebeveyn-çocuk, toplum-çocuk ilişkisi temelinde asıl olarak ebeveynlerinin ve büyüklerinin sözünü dinleyen çocuklar istediğimiz gerçeğiydi. Buradan hareketle de toplumumuzun ve dahi devletin itaatkâr insanlar/yurttaşlar peşinde olduğunu belirtmişti Çiğdem Hoca. Hatta katıldığı bir televizyon programında, sekiz yıllık eğitim tartışmalarında çocuğun ruhsal ve bilişsel gelişimine tam da bu nedenle neredeyse hiç yer verilmediğini hatırlatarak, ailelerin çocuklarını imam hatip okullarına göndermek istemelerinin ardında bu saıkın çok etkili olduğunu vurgulamıştı. Yaşasaydı ve yapıla gelenleri görseydi daha ne söylerdi acaba? Bunu bilemeyiz ama en azından itaatkâr insan/yurttaş beklentisinin özerk bireyler yetiştirme aleyhine epeyce derinleştiğini teslim ederdi sanırım.
Hemen ilk bakışta genç bir nüfusa sahip olan bir ülkenin çocukları ve gençleri için böylesi bir hali reva görmesinin tek kelimeyle bir trajedi olarak görülmemesi elde değil. Ve üstelik bu trajedi, çocuklara yönelik artan, hiçbir önlem alınmayan ve ısrarla alınmak da istenmeyen cinsel istismarların ardındaki en önemli nedenlerden biri olarak geleceğimizi karartmaya devam ediyor. Bunların yanı sıra bir de sokak ortasında öldürülen, Kuran kurslarının yurtlarına terk edilerek neredeyse göz göre göre yakılmalarına fetva çıkarılan, yaşları 12-17 arasında olup sayıları üç bine yaklaşan cezaevlerindeki, sayıları iki milyonu bulan çalışan çocuklar: Çıplak çocuk bedenlere doğrudan uygulanan çıplak şiddetiyle güç.
Çocuklar ve gençler çıplak şiddetin mağdurları değiller yalnızca. Bu olup bitenlere müdahale etmek üzere mücadele eden dernek ve grupların engellenmesine, kapatılmasına, iktidarın isteklerine uygun görülmeyen eğitim pratiklerinin failleri olan öğretmenlerin açığa alınmalarına ya da ihraç edilmelerine karşılık siyasal iktidarla işbirliği içindeki vakıf ve oluşumların her açıdan desteklenmesini, sınav sisteminden etüd merkezlerine, seçimlik derslerin düzenlenmesinden, dini nitelikli dernek ve vakıfların okullardaki etkinliklerine izin veren yönetmeliklere kadar eğitim alanında yapılan düzenlemeleri, çocuk evliliklerine izin veren düzenlemeleri birlikte düşünmek gerekiyor. Bunlara eklenebilecek epey bir girişim söz konu elbette. Ancak, çocukları, gençleri yani ülkenin müstakbel yurttaşlarını hedefleyen bütün bu düzenleme ve müdahaleleri topyekün bir stratejinin kurumsal ayağı olarak özetlemek mümkün.
Stratejinin söylemsel bir düzeneği de var elbette: Çocuk istismarı konusundaki uluslararası raporları “gerçek dışı” ilan ederek “ülkeyi itibarsızlaştırma kampanyası” türünden açıklamalarıyla, dini içerikle donanmış çocuklara yönelik yayınlarla, televizyon programlarıyla bir medya düzeneğinin, kız çocuklarıyla cinsel ilişkiye, çocuk gelinlere fetva verenlerin, iktidar katından olup bitenlere verilen tepkilerin, daha çok çocuk çağrılarının, “dindar nesil” taleplerinin ve bunların toplum katında karşılık bularak yankılanmasının tümü birden, bilinç manipülasyonunu gerçekleştirmek üzere hedefinde çocukların ve gençlerin olduğu örgütlenmiş bir dilsel şiddetin dışavurumundan başka bir şey değil. Kurumsal ve söylemsel düzenek olarak ortaya çıkan, ülkeye özgü adeta homo sacer olarak bir ‘çocuk tasarımı’. “Milli irade” marifetiyle “devlet-millet el ele” “yeni Türkiye”nin “yeni çocuğunu” inşa ediyor.
1994’te yayınlanıp 1995’te Türkçede çıkan Çocukluğun Yokoluşu adlı kitabında ayrıntılı örneklerle çocukluk tasarımının nasıl hızla yitip gittiğini gözler önüne seren Neil Postman, karşımızda duran dehşetengiz durumdan bahsetmiyordu asıl olarak, her ne kadar dile getirdikleri ülkenin çocuklara yönelik tavırlara temas eden yanları barındırsa da. Onun dikkatimizi çekmeye çalıştığı, reklamlarla, çizgi filmlerle, çocuklara yönelik programlarla kitle iletişim araçlarının toplumsallaşma süreçlerini nasıl etkilediği ve tarihsel boyutuyla toplumsal bir kurgunun ürünü olan çocukluğun yokolmakta olduğu gerçeğiydi. Oysa bizim gerçekliğimiz onun söylediklerine karşılık gelen pratikleri içerir görünse de çocuğun toptan yok hükmünde olduğuyla tanımlı. Ya da varlığı hiçlikle tanımlanarak ‘yaşamaya’ terk edilmiş bir beden olarak kucaklıyoruz çocuklarımızı. Ülke, her birini geliştirdiğimiz “yeni” hassasiyetlerimizle bezediğimiz mezar taşlarının beşer onar dikildiği bir çocuk, genç mezarlığı adeta.
“Buraya bakın, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.”
Bütün çıplaklığıyla gerçeğimiz bu ve “son bakıştaki o gözler” bize bakıyor. Ya biz, o gözlere tereddütsüz doğrudan bakabiliyor muyuz?