YAZARLAR

Onur Hamzaoğlu: Önceliğimiz hükümet değil iktidar değişikliği

2019 öncesinde ortak bir mücadele birliği tesis edilmesi için yeni yapılara değil, bu yapıların oluşturduğu birleşik bir mücadeleye ihtiyaç olduğunu ifade eden HDK Eş Sözcüsü Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, kapitalizmin içinde bulunduğu krizin ezilenler için iktidar değişikliğine olanak sağladığı görüşünde. Ancak Hamzaoğlu’na göre bu hedefe odaklanılabilmesi için öncelikle alt kimliklerin sorunlarına çözüm getirmek gerekiyor.

Pazar günü 8. Olağan Genel Kurulu’nu gerçekleştirecek olan Halkların Demokratik Kongresi’ne HDP’nin gölgesinde kaldığı eleştirisi yapılıyor. Geçtiğimiz hafta görüştüğümüz EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan, daha önce ayrıldıkları HDK’nin yeniden canlandırılması koşullarının kalmadığını söylese de HDK Eş Sözcüsü Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu yeni bir canlanma dönemine gireceklerini ifade ediyor.

Peki, HDK bunu nasıl yapmayı planlıyor? Dahası, HDK, neden içinden çıkardığı HDP’nin gölgesinde kaldı? Son dört yılda sahadaki pozisyonlarını önemli ölçüde kaybettiklerini kabul eden Hamzaoğlu, yereldeki örgütlenmelerini daha kalıcı hale getirecek yöntemler üzerinde yoğun bir çalışma yürüttüklerini söylüyor. Seçimler yılı olarak kabul edilen 2019 öncesinde ortak bir mücadele birliği tesis edilmesi için yeni yapılara değil, bu yapıların oluşturduğu birleşik bir mücadeleye ihtiyaç olduğunu ifade eden Hamzaoğlu, kapitalizmin içinde bulunduğu krizin ezilenler için iktidar değişikliğine olanak sağladığı görüşünde. Ancak Hamzaoğlu’na göre bu hedefe odaklanılabilmesi için öncelikle alt kimliklerin sorunlarına çözüm getirmek gerekiyor.

Demokratik Bölgeler Partisi’nin 11 Aralık’ta kayyımların uygulamalarına ilişkin raporunu açıkladığı Diyarbakır’da buluştuğumuz Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’yla HDK’nin geleceğini, 2019 öncesi sol muhalefetin vaziyetini, merkez ve çevre kapitalist ülkelerin krizinin nelere gebe olduğunu ve kendisinin de gözaltına alınıp üniversiteden ihraç edilmesine gerekçe yapılan Barış İçin Akademisyenler’in "Bu Suça Ortak Olmayacağız" bildirisini konuştuk.

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu

Takvim sıkıştıkça anayasa referandumunda “Hayır” diyen güçlerin 2019 seçimleri için ortak bir zeminde buluşup buluşamayacakları daha yoğun tartışılmaya başlandı. HDP ile CHP, sol partiler ve hatta İYİ Parti’nin nasıl konumlanacağına dair belirsizlik sürüyor. HDK’nin bu sürece hazırlık konusunda herhangi bir çalışması var mı?

Türkiye’nin bugünkü koşullarında seçimi hedef alan bir hazırlığı doğru bulmuyoruz.

Neden?

Bir kere Türkiye’de faşizmin olduğu konusunda tereddütümüz yok. Faşizm koşullarında 16 Nisan 2017’de yaşadıklarımızı da dikkate aldığımızda, her şeyi olağanmış gibi kabul edip sandığa gitmek büyük risk taşıyor.

Ama süreç olağan akışında ilerlerse önümüzde böyle bir seçim takvimi var…

Evet ama bugünden tartışmamız gereken 2019’da sandık kurulursa ne yapmalıyız değil, bugün faşizme karşı ne yapmamız gerektiğidir. Dikkat ederseniz uzun zamandan beridir gündeme gelmeyen konu tam da bu. Çünkü mevcut koşulları faşizm diye tanımladığımızda, ilk sorunuzda ifade ettiğiniz yapıların kendileriyle ilgili meselelerin dışında, doğrudan doğruya ortak bir faaliyet ve tasayı önlerine koymaları gerekecek. Bu bir çok yapının kaldırabileceği bir gündem değil galiba. Bakın, 16 Nisan 2017, 15 yıllık iktidarın kırılma noktasıdır. AKP, Ankara ve İstanbul’u kaybetmenin ötesinde, Evet çıkan 48 ilin 45’inde geriledi. 31 büyük şehrin yaklaşık 17’sinde “Hayır” çıktı. İstanbul gibi bir kentteki gerileme, AKP’yle anılan ve “Atı alan Üsküdar’ı geçti” denilen Üsküdar’dan bile yüzde 53.3 oranında “Hayır” çıktı. Üsküdar ki, Erdoğan’ın başbakanlığa giderken helallik aldığı, hayatını geçirdiği semt. Bu oranlara baktığımızda AKP’den çok önemli bir kayış olduğunu görüyoruz. Kararsızlar ve sandığa gitmeyeceğini söyleyenlerin oranı AKP’nin puanının üstünde.

Bu tablo ne anlama geliyor peki?

Vatandaş sorunun farkında ama bu sorunun nasıl aşılacağıyla ilgili hemen bugün için somut mesajlar bekliyor. 7 Haziran’dan hemen sonra Erdoğan’ın imdadına Deniz Baykal yetişmişti. Dikkat ederseniz Sayın Baykal 16 Nisan’dan sonra da benzer bir tutum sergiledi ve herkesin 2019’daki seçimlere odaklanması yönünde mesajlar verdi. Ben bütün bunları Türkiye halklarının gerçek gündeminin ötesinde, doğrudan doğruya iktidarın ömrünü uzatma faaliyeti olarak değerlendiriyorum.

SERMAYE ALTERNATİFİNİ BULSA HÜKÜMETİ DEĞİŞTİRMEYE ÖNAYAK OLUR

AKP’nin gerek çatışma politikasıyla gerekse MHP’yle ittifakla 7 Haziran sonrasında tekrar toparlanmasını sağlayan taktiklere benzer hamlelerle şimdiki sıkışmışlığını aşabilmesi ihtimali var mı?

Bunu tek başına siyasi alanın okumasıyla anlamamız güç. Sermayenin pozisyonuna da bakmamız lazım. Uluslararası sermayenin Türkiye’deki taşeronları olan gruplar alternatifini bulsa, hükümeti değiştirmek için önayak olacağı mesajları veriyor. Fakat henüz kendileri açısından alternatif bulmuş değiller. Dolayısıyla süreci sadece siyasi aktörlerin demeçleri üzerinden okumak eksik olur. Bakın, 1970’lerde kapitalizmin girdiği büyük bunalımla birlikte sosyal devlet uygulamasına dönemeyeceği ortaya çıktı. Bu, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalizmin ortaya koyduğu bir paylaşım biçimiydi. Sonrasında hem reel sosyalizmin olmayışı hem de kapitalizmin geldiği evre itibariyle sosyal devlete dönülme imkânı kalmadı.

Peki kapitalizmin şimdiki aşamasını nasıl tarifliyorsunuz?

Ağustos 2007’de Amerika’da görünür hale gelen ve hâlâ çözülememiş bir büyük resesyon yaşanıyor. 2008’in başında ABD, İngiltere, Almanya, Japonya, İtalya ve Fransa merkez bankaları, tarihlerinde ilk kez bir araya gelip krizi aşmak için kasalarını açtılar. Fakat 12 trilyonu aşan nakit aktarımına rağmen bu kriz aşılamadı. Nitekim 2017 IMF raporu, “çevre ülkelerde yeni düzenlemeler yapmak gerek” diyerek rakamların hâlâ 2008’e ulaşmadığını gösteriyor. Kapitalizm hiçbir zaman kendi sorunlarını ekonomi içindeki girişimlerle aşamamış. Ya emperyalistler arasında savaşlar olmuş ya yeni pazarlar üretilmiş veya işçi sınıfının yoğun durgunluğu dönemine girilmiş. Şimdi dünya genelinde görüyoruz ki, işçi sınıfı durgunluktan çıkmış durumda. En azından bundan beş-on yıl öncesine göre daha hareketli, daha talepkâr ve ne yaşandığının farkında olan bir işçi sınıfı var. Yeni pazar olanağı ise yok. Dolayısıyla geriye kalan, yeni savaşların gündeme gelmesi ki, Ortadoğu bunun için hep kaynayan kazan. Kapitalizmin reformizm dönemiyle şekillenen sosyal devlet uygulamalarından sonraki ikinci başlığı olan insan haklarıyla ilgili ise hiçbir tahammülü kalmadı. Sadece Türkiye’de değil, merkez ve çevre kapitalist ülkelerin tümünde insan hakları rafa kaldırılmış durumda. Yani kapitalizm, kendi devamlılığı için kendi değerlerini bile ortadan kaldırıyor. Çünkü bu değerleri yönetememe sorununun bir sebebi olarak görüyor.

Peki buna karşı sol ne yapabilir?

Bu dönem, Türkiye’de de dünyada da gerçek anlamda üretim ilişkilerinin değişebileceğinin koşullarına işaret ediyor. Dolayısıyla bizim gündemimizde hükümet değişikliğinden ziyade iktidar değişikliği olmalı.

ALT KİMLİKLERİN SORUNLARINI ÇÖZMEDEN ORTAK HEDEFE ULAŞAMAYIZ

Peki Türkiye’de işçi örgütlenmesinin baltalandığı, sendikaların büyük ölçüde etkisiz hale getirildiği, işsizlerle işçiler arasında bir kader ortaklığı bilincinin oluşturulamadığı bir dönemde, iktidar değişikliğinin öncüsü nasıl yaratılacak?

İnsanların yaşamına değen en başat, en yakıcı sorunları çözülmeden genel anlamda ortak sorunları olduğunu kavrayacak durumda olmadıkları değerlendirmesine katılıyorum. Bir kere alt kimliklerimizle ilgili sorunların nasıl çözülebileceğiyle ilgili mesajlar vermeyen hiçbir atılım kendine yer bulamaz. Eğer bu sorunların kaynağı ve çözümüyle ilgili değerlendirmeleri bu sorunları bizzat yaşayanlarla beraber yapabilirsek, o zaman ortak hedefe, dolayısıyla aslında bütün sorunların kaynağına ulaşma şansımız olur.

TEKNOLOJİK GELİŞME İLETİŞİM OLANAKLARINI KISITLADI

Kapitalizmin kendi krizini ezilenleri daha da ezmeye çalışarak çözmeye çalışacağını söylüyorsunuz ama buna karşı koyacak güçlü bir ezilenler hareketi 1960’lı, ’79’li yıllara nazaran görünür değil. Solun kendi içindeki tartışmalarda da bu soruna çokça değiniliyor. Sizin buna dair bir reçeteniz var mı?

Dünyada, sizin de içinde yer aldığınız bir alternatif medya var. 1960’lı yıllarda, sizin şu an yer verdiğiniz yayınlar sermaye medyasında bir şekilde yer bulabiliyordu. 1970’li yıllarda sermayenin gazeteleri ama sol-sosyalist yapıların da teksir makinalarıyla yaptığı bir yayıncılık vardı. Bugünkü teknolojik gelişme, paradoksal bir biçimde iletişim olanaklarını sınırladı. Televizyon dediğimiz şey evde 24 saat boyunca açık ve sizin bu aracı kullanarak insanlara ulaşmanız yasaklanmış durumda. Nerede, ne olduğunu insanlar neredeyse bilmiyor. 24 saat boyunca egemen medyada ciddi bir ideolojik bombardıman var. Her şey güllük gülistanlık gösteriliyor. Muhteşem atılımlar yapan bir cumhurbaşkanından bahsediliyor. Bu kuşatılmışlık, umutsuzluğu da beraberinde getiriyor.

Ama internet, sosyal medya gibi yeni iletişim mecraları da var artık…

İnternet daha ziyade masa başında oturan, beyaz yakalıların iş yaparken baktığı bir mecra. Ama televizyon 24 saat boyunca evin içinde. Eskiden işçi fabrikadan çıktığında, evde özgürdü. Şimdi nereye giderse gitsin, sistem o özgürlüğü televizyon ve diğer araçlarla işçinin elinden almış durumda. Ve buna bir alternatif de yaratılamıyor. O nedenle birilerinin bir yerlerde neler olup bittiğini aktarması oldukça zor. Türkiye’de irili ufaklı yüzlerce grev var ve hiçbirinden haberdar değiliz. Grev yapanların kendi aralarındaki haberleşmelerinin önünde de ciddi engeller var.

HAYIR MECLİSLERİ YENİDEN CANLANDIRILMALI

İşçi mücadelesi tarihinde devrimciler olağanüstü zor şartları da aşarak bu irtibatı ve dolayısıyla büyük örgütlenmeleri sağlayabilmiş. Sistemin şimdiki engellerini aşmanın koşulları yok mu peki?

İşte tam da bu noktada, her türlü hukuk dışılığa ve gayrimeşruluğuna rağmen referandum sürecinde oluşan “Hayır Meclisleri”ne dikkat çekmek istiyorum. Bu meclisler, tek bir amaç için ama her kesimden insanların bir araya geldiği örgütlenmelerdi. Hayır Meclisleri’nin bir kısmı referandumdan sonra da yereldeki sorunların çözümleri için varlıklarını sürdürüyor. İşte bunların yeniden canlandırılması gerekiyor. Hayır Meclisleri, emek düşmanı olmayan, halkların, inançların, LGBTİ düşmanı olmayan herkese açık olmalı. Bunu sağladığımızda ben Türkiye’de doğrudan bir iktidar mücadelesi perspektifinin yaygınlaştırılabileceğini düşünüyorum.

17 Aralık Pazar günü HDK’nin 8. Olağan Genel Kurulu var. HDK, HDP’yi yaratan yapı olarak biliniyor. Fakat daha sonra HDP’nin HDK’yi yuttuğuna veya emdiğine dair eleştirileri yapıldı. Genel Kurul’la birlikte bir revizyona gitmeyi, bu eleştirileri değerlendirmeyi düşünüyor musunuz?

HDK ve HDP ilişkisini tarihsel süreç bağlamında ele almakta fayda var. HDK’nin kuruluş dönemi Temmuz 2011’daki genel seçimlere denk geldi. O seçimde sağlanan başarı, bunun sürekliliğinin gelmesi konusunda bir uyaran oldu. 2011 Ağustos ayında başlatılan tartışmalar Ekim 2011’deki HDK 1. Genel Kurulu’yla sonuçlandı. O zamanki heyecan ve coşkuya hep birlikte tanıklık ettik. İyi başladı, gelişerek devam etti. Hakikaten halkların, emekçilerin, gençlerin, kadınların umudu olacaktı HDK. Ama bu umut 2011 Temmuz genel seçimlerindeki Bin Umut Adayları’nın aldığı ivmeyle devam ediyordu. Hemen ardından 2014 yerel seçimleri, cumhurbaşkanlığı seçimleri, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri… Oysa HDK, siyasal devrimin değil, toplumsal devrimin aracı.

Neden bunun altını çiziyorsunuz?

Toplumun bütün üyelerinin devletin yönetimine yerelden katılımını sağlama misyonuna dikkat çekmek için. HDK meclisleri, toplumsal planlamayla toplumsal üretimin nasıl yapılacağı konusunun nüveleridir. Biz HDK meclisinin üyeleri olarak yürürken hem öğreniyor hem de öğretiyoruz. Başlangıçta bunun nüveleri vardı ama Türkiye’nin siyasal gündemi doğrudan doğruya parlamenter faaliyetleri öne çıkardığında, ister istemez bu emek yoğun ve daha uzun erimli geleceği hedefleyen çalışmaları sekteye uğrattı. Çünkü daha günlük, pragmatik işler vardı önümüzde. Ama geldiğimiz aşamada şunu gördük: Bu böyle gitmez! Başta da söylediğim gibi hükümet değişikliğine evet ama esas hedef iktidar değişikliğidir. Bunu sağlayacak olan da halkın devlet yönetimine yerelden katılımıdır. Daha şimdiden yereldeki sorunların tanımlanması ve yerel inisiyatiflerle bu sorunların çözümüne gidilmesi, bunun farkındalığının yaratılması faaliyetleri önceliğimizdir.

TEMEL SORUNUMUZ HDP BİLEŞENLERİNİN PARTİLEŞMESİ

HDK-HDP ilişkisine dair eleştirileri nasıl yanıtlıyorsunuz?

HDP’deki her bileşen aynı zamanda HDK’li. Fakat temel sorunumuzun HDP’deki bileşenlerin ayrı ayrı partileşmesi olduğunu düşünüyorum.

Bu partileşmenin sebebi ne?

Siyasi aciliyet dolayısıyla HDP’deki tüm yapılar farkına varmadan partileşti. Bütün yapıların partileşmesi benzer refleksi HDK’de de gösterdi. Bu da HDK’yi ikincil hale getirdi. Şimdi 2017 Mayısından beri bütün bileşenlerle bu konu üzerine yoğun biçimde çalışıyoruz. 29 Mayıs 2017’de HDK’nin yeniden canlandırılmasıyla ilgili bir bileşenler toplantısı gerçekleştirildi. Herkes bunun stratejik bir ortaklık olduğunda hemfikir. Biz HDK olarak son 4 yılda sahadaki işlevimizi yitirmiştik. Kuruluş dönemindeki pozisyonumuzu yeniden alacağız. Gittiğimiz yerlerde meclisler mi var, onun içinde yer alacağız. Meclisler yoksa, onları kuracağız. Grevin, kentsel dönüşümün, tütün, fındık sorununun olduğu yerde, toplumsal sorunların olduğu her yerde bulunmanın sözünü veriyoruz. Gücümüz neyse, ne kadarsak, hep beraber “buyrun çalışalım” diyeceğiz.

Peki mevcut bileşenlere yenilerin dâhil edilmesi konusunda bir çabanız var mı?

8. Olağan Genel Kurulumuzu, yeniden kuruluş kongresi perspektifiyle ele alıyoruz. Yine halklar, inançlar, kadınlar, gençler, LGBTİ bireylerle hep beraber tekrar coşkuyu yakalama hedefindeyiz. Buna ulaşma konusunda önemli bir irade ve çaba var. Yerellerde temsilcilikler açma, delege ve üyelerimizin oralarda bir çaba içinde olmaları bu dönemin sağlanmaya başlanan olanaklarından oldu. Son dört yılın daha üzerinde bir heyecan ve motivasyonla yol alacağız.

FAŞİZME KARŞI YENİ YAPILAR KURMAYA İHTİYAÇ YOK

Az önce mevcut dönemin faşizm olduğu tespitinin yapılmasının ancak muhalefeti aynı hedefte ortaklaştırabileceğini söylediniz. Son zamanlarda faşizmin tespiti için tarihsel deneyimlere, özellikle de Nazi Almanyası’na çok sık göndermeler yapılıyor. Türkiye’deki mevcut durumun tespiti için bu referanslar yeterli mi sizce?

Bazı yapılar tam da bu referanslar üzerinden “şu var, şu var, ama şu ve şu yok” diyerek mevcut durumun faşizm olmadığı sonucuna varıyor. Bu, diyalektik, tarihsel materyalizme uygun değil.

Çünkü toplum da faşizmin biçimi de değişiyor…

Tam da öyle! “İşte faşizm şimdi geldi” demek için Almanya’da, İtalya’da, İspanya’da yaşananların aynısını beklersek, o tespiti bile yapamayacak dönemin içinde buluruz kendimizi. Faşizm var ve bununla mücadele için tam da şimdi birleşik bir mücadele zamanı. Bunu geçiştirdiğimiz için kaybetmeye devam ediyoruz. Faşizme karşı yeni bir yapı kurmaya ihtiyaç yok. Var olan yapılar eylem ve mücadele birlikleriyle yol almalı.

Yeni yapı ihtiyacı, mevcut yapıların birbirleriyle ihtilaflarını aşmanın bir yolu olarak ortaya çıkmıyor mu?

Buna katılmıyorum. Ortalık yapı dolu! Yeni yapılarla kaybedecek zamanımız yok. Faşizmin bertarafı için ne yapmalıyız sorusuna odaklanmalıyız. HDK tam da bu yüzden Aralık 2016’dan beri Halkevleri’yle, EMEP’le, Haziran Hareketi’yle, ÖDP’yle periyodik toplantılar yapıyor. Eğer “Hayır Meclisleri”nin içeriğini kapsayacak bir karşılığı bulursak, faşizme karşı mücadele için araçlarımızı sağlayacağımıza inanıyorum.

ANTİ-KÜRT SAVAŞA KARŞI OLMANIN MALİYETİ AĞIR

Bu süreçte iktidar da çeşitli araçlar sağlamaya çalışıyor ve kimi değerlendirmelere göre bu araçların başında, tıpkı 7 Haziran sonrasında olduğu gibi yeni bir savaş geliyor. Geçenlerde Twitter’dan biri mealen şöyle yazmıştı: “İktidarın yeni bir savaşa ihtiyacı var ama savaş açılacak yer yok.”

Savaş, yönetmenin bir aracı olduğu sürece, bu tehlike var. Türkiye’nin Suriye’ye savaş açması tehlikesine karşı 2014 yılında Barış Bloku girişimi oldu. Tüm yapılar bu bloka katılmak için çaba gösterdi. Ama dönemin hükümeti bu savaşı Suriye’ye değil Kürt hareketine karşı yürütünce Barış Bloku’nun içinde kimse kalmadı.

Neden?

Anti-Kürt savaşa karşı olmanın maliyeti ağır. Bu maliyeti göze alamayan yapılar, gazeteci olarak incelediğinizde kimler olduğunu göreceksiniz, geri çekildi. Türkiye’de Kürt sorununun siyasi çözümünü öncelik sırasına kaydırmak bir bedel ister. Fakat Kürtlerin örgütlülük deneyimi Türkiye’ye genellenmeden başka alanlarda tartışma başlıklarına girmek hatalı olur. Bu deneyimler sadece başarılar değil. Hatalar, başarısızlıklar da birer deneyimdir.

Bu deneyimlerden biri de kayyım uygulamaları oldu. Bugün (11 Aralık) siz de DBP’nin kayyım raporunun açıklandığı toplantıdaydınız. Raporu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu rapor, halklara karşı işlenmiş suçun tarihe not düşülmesidir. Ama kayyımlı dönemi, Kürt illerindeki 17 yıllık yerel yönetim deneyiminin özeleştirisi ve daha iyiye yönelik çalışmaların hazırlık süreci olarak değerlendirmek mümkün. Evet, bir yandan kayyımların neleri yok ettiğini tespit edelim ama bir yandan da 17 yılın muhasebesini yapalım. Nasıl daha iyi bir belediyeciliği yaratabileceğimizi tartışalım. Bakın ben 1999’da Viranşehir Belediyesi’nde sağlık danışmanlığına başladım. Bölge kentlerindeki evlerin yüzde 65-75’ine içme suyu gitmiyordu, kanalizasyon yoktu, mezbaha yoktu! Ortalık yerde kesilen hayvanlar dağıtıma giriyordu. Böyle bir hayattan nerelere gelindi… Anadilde sağlık hizmeti ta o dönemlerde sunuldu. Tandır evleri, çamaşır evleri, sağlıkçı kadınlar uygulamaları hayata geçirildi. Yani burada kapitalizme alternatif bir hayatın nasıl olabileceğine dair sınama var.

KAYYIMLARIN DENEYİMLERİN ÜZERİNE DÖKTÜKLERİ BETON ERİR

DBP raporunda da belirtildiği gibi kayyımlar bu deneyimlerin üstüne beton dökmekle meşgul. Sizce bu deneyimin tekrar diriltilmesinin koşulları var mı?

Kesinlikle var. Çünkü 17 yılı bulan bir yaşanmışlık söz konusu. Herkes nereden nereye geldiklerini biliyor. Dediğim gibi evlerde içme suyu, kanalizasyon yoktu…

İktidar “bunu biz getirdik” diyor…

Evet ama bu deneyimi yaşamış olan insanları böylesi bir propagandayla ikna edemezsiniz. Eğer kayyımlar buraları yönetebilseydi, belediye meclislerini işlevsizleştirmezdi. Halkın içinde olmadığı, halka rağmen faaliyet yürütüyor kayyımlar. Sur’un yıkımı konusunda kayyımla vali işbirliği yaptı. 7 bin yıllık kültürel yapıyı birlikte yıktılar. Bölge halkı bunu unutur mu? Bunu görmezden gelir mi? 17 yıllık yerel yönetim döneminde bu kentlerdeki yaşamda ilerleme değil, zıplama oldu! Ben bunun birebir tanığıyım. En azından Viranşehir’de belediye başkanı ve çalışma arkadaşlarının halkla beraber tırnaklarıyla neyi nasıl inşa ettiklerini gördüm. Borusan Filarmoni Orkestrası, Viranşehirlilerle buluşuyordu. Birçok filmin galası Viranşehir’de yapılabiliyordu. Öğrencilere hafta sonları kurslar veriliyordu, şiir dinletileri yapılıyordu. Bölgede belediyeler, hayatı örme iddiasıyla varlardı. Kayyımlar bu deneyimin üzerine beton bile örse, o beton erir.

MÜZAKERE SÜRECİ ÇATIŞMANIN ETNİK OLMADIĞINI ORTAYA KOYDU

Bütün bu yıkım sürecinde Türkiye’den yükselen en büyük itirazlardan biri sizin de gözaltına alınmanız ve üniversiteden ihraç edilmenizle sonuçlanan Barış İçin Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisiyle görünür oldu. Fakat çatışma politikasına batıdan çok ciddi bir tepki gelmedi. Kürtlerin Türkiye’nin batısıyla ilişkilerindeki yarılmanın onarılması sizce mümkün mü?

1999’da Viranşehir Belediyesi’yle çalışmayı kabul ettiğimde oğlum üç yaşındaydı. “Niye gidiyorsun baba” diye sorduğunda “bebeklerin ölmemesi için gidiyorum” diyordum. Müzakere süreci, silahlar sustuğunda, meselenin hiç de etnik kimlikler arasında olmadığını ortaya koydu. O dönem gösterdi ki, Türkiye’de hâlâ etnik kimlikleri birbirine düşürmenin koşulları yok. Çatışma döneminde çok ciddi bir korku atmosferi yaratılmıştı ve 1 Kasım seçimlerine giderken ülkenin üzeri bir korku yorganıyla kapatılmak isteniyordu. O dönemde, en tuzu kuru olan akademisyenlerin tarihsel bir görevi yerine getirmesi, savaşa dur demesi gerekiyordu. Bunun üzerine savaşın gerçek muhatabına, yani yurttaşı olduğumuz devlete BM Genel Kurulu kararları ve Santiago Bildirgesi’ndeki haklarımıza dayanarak, halkların barış içinde yaşamasını sağlama talebinde bulunduk. Bildirimiz 11 Ocak 2016’da açıklandı. Hemen ardından cumhurbaşkanı bizi hedef gösterdi. 15 Ocak’ta da evimiz basıldı ve gözaltına alındık. Bir gün nezarethanede kalıp savcılığa çıkarıldık. Gece saat 22’de savcılıktan çıktığımda Kocaeli adliyesi önünde binlerce insanın o soğukta bizi beklediğini gördüm. Ben ondan önceki üç yıl boyunca Kocaeli’nde böyle bir kitle görmemiştim. Bu, hayatımın en önemli günlerinden biriydi. Oğlum haber alır almaz başka bir şehirden kalkıp bizi desteklemek üzere Kocaeli’ne gelmişti. Çıktığımda bana söylediği ilk şey şuydu: “Baba, bebekler ölmesin diye çalışmaya devam ediyor muyuz?” Evet, ediyoruz!

Türkiye’nin geleceğine ilişkin öngörünüz nedir?

Türkiye bir çevre kapitalist ülke olarak merkez kapitalist ülkelere kaynak aktarma konusunda dört başı mamur bir yapıya sahip. Küresel sermaye, Türkiye’nin kendisine kaynak aktarma devamlılığını sağlamak için ne gerekiyorsa yapacak. Sermayenin önemli bir kısmı bu rejimin alternatifini bulamadığı için memnun değil. Çünkü AKP iktidarı başından beri geldiği hedeflere uygun çalışıyor ama halkları böldü. Sermaye bunu çok fazla taşıyacak durumda değil. İşler kendi doğallığı içinde gitsin istiyor. Sermaye de hükümet değişikliğinden yana. O yüzden biz, hükümet değişikliğinden ziyade iktidar değişikliğini sağlayacak biçimde çalışmalıyız. Sosyalizan bir perspektifle yürümemiz gereken bir tarih kesitindeyiz.

Halklar buna hazır mı?

Gezi’den bir gün önce halkların böyle bir şey yapacağını öngörebilir miydiniz? 81 ilin 80’inde, günlerce halk sokaklardaydı. Tarih bilgimiz, bu koşulların varlığını gösteriyor bize.


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.