YAZARLAR

Siyasette sadizm üzerine

Mevcut belirsizlik ortamında insanlarla eğlenmeye doyamayan tüm “şakacı” zulüm teknisyenlerine şu tavsiye olunur: Daha çok Sade okuyun. Bugün siyaset veya adı her neyse, yaptığınız işlerin başkalarının haklarına karşı işlenen suçlara ortak olmak dışında bir anlamı olmadığını göreceksiniz. Devam mı etmek istiyorsunuz? O halde daha çok çabalayın, daha çok suç işleyin. Mutlaka takdir görecektir.

Sadizmin özü kötülüğün bir siyasi ilke düzeyine yükseltilmesinde yatar. Bu ilkenin günümüz Türkiye’sinde yaşananları açıklamakta özel bir önemi var. Ne var ki, sadizmi bu şekilde kavramanın çok uzağındayız. Bugün sadizm derken kast edilen bir başkasına acı vermekten haz alma eğilimidir. Güncel anlayış, 19’uncu yy’de kavramın bir “cinsel sapkınlık” türü olarak sınıflandırılmasıyla belirlenmiştir. Böyle anlaşılınca, sadizm şehvet ve fiziksel acının bir arada var olmasıyla nitelenir. Sadizmin özünde yatan ilkeye varabilmek için güncel anlayışın ötesine geçmek şart. Zaten burada bile söylenenden daha ötesinin ima edildiğini görmemek imkânsızdır. Çünkü yoldan sapmış arzunun gücü, nesnesi üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurmaktan daha azıyla yetinemez. Fiziksel acı, sadece bu hâkimiyeti icra ederken kullanılan bir araçtır. Aracı esas olarak görmemek, istikamet ile menzili birbirine karıştırmamak gerekir. Sadizm, başkaları üzerinde sınırlanmamış bir güç kullanma arzusunu anlatır. Kötülüğün siyasi bir ilke olarak kurulması da bu arzunun eseridir.

Bu arzuyu sadizm adının ilham kaynağı olan Marquis de Sade’ın eserlerinde daha net görürüz. Sade, iyiliği ve erdemleri yaşanmaya değer bir hayatın esası olarak gören anlayışa şiddetle karşı çıkıyordu. Ona göre, insanlık durumunda tayin edici olan güç kötülüktü. Eserlerinde erdem ve iyilik üzerine kurulu dünya görüşünün yetersizliklerini göstermeye önem vermesinin nedeni buydu. Böylelikle kötülüğü arzu edilebilir bir ideal olarak kabul ettirebileceğine inanıyordu. Günümüzden bakınca, bu inancı hastalıklı bir zihnin yarattığı imkânsız kurgular gibi görebilirsiniz. Ancak Sade’ın görüşlerinin Fransız Devrimi sırasında olgunlaştığına dikkat edilmelidir. Eğer olmazı oldurmayacaksa, devrim ne işe yarar? Sonuçta bir devrim imkânsızı mümkün kılabildiği ölçüde adının hakkını vermiş olmaz mı? Devrimlerin yaratıcı bir yıkım yapma gücü vardır. Bu güce tanıklık etmek, onun inancı için taşıdığı umutta büyük pay sahibi olmalıdır.

Sade, bu öneriyi makul gösterebilmek için eserlerinde toplumun bütün kurumlarına saldırdı. Aile, din, bilim, adalet dahil bütün yapılar bu saldırıdan nasibini aldı. Kırılmadık kemik, tecavüze uğramamış beden, aşağılanmadık değer bırakmadı. Bunları yaparken görüşlerini kısa hikayeler ve romanlar yazarak aktarmayı tercih etti. Benimsediği anlatım üslubu pornografik olsa da okuyucuyu cinsel açıdan uyarmak gibi bir gayesi hiç olmadı. Kahramanları daha çok görev bilinciyle iş gören “zulüm teknisyenleri” gibi davranıyordu. Zulmetmek derken dilimizde insanları karanlıkta bırakmak anlaşılır. Oysa o, zulüm söyleminin aydınlatıcı gücüne derinden inanıyordu. Anlattığı hikayelerdeki canavarlık düzeyi, gerçekten bunaltıcı bir düzeye varabiliyordu. Ama esas gaye, mevcut toplumsal kurumların ikiyüzlülüğünü sergilemekti. Her kurumun, her mesleğin ortak bir iyiye hizmet ettiği inancı hayâsız bir aldatmacadan başka bir şey değildi. Yazar, bu yapıların yüzeyini kazdığımızda altından kötülük ilkesinin çıkacağını göstermek arzusundaydı.

Sade’ın gerçek amacının ne olduğu konusunda bir uzlaşmazlık vardır. Uzlaşmazlığın bir tarafında ona feodal soyluluğa özgü ayrıcalıkları savunmak amacını yükleyenler bulunur. Diğer tarafındaysa, yurttaşları egemen ve özgür bireyler olarak güçlendirecek çarelerle devrimin ideallerini ilerlettiğini savunanlar vardır. Benim amacımsa, sadece içinden geçtiğimiz karanlık dehlizlerinin sadizmin kötülük idealiyle ilgisinin ne olduğunu anlamak. Bunun için söz konusu uzlaşmazlıkta taraf olmadan, onun kötülük anlayışını biraz açmak elverir. Sade, ahlakın temeli olarak dini değil, doğayı görmemizi öneriyordu. Doğa olarak gördüğü şeyse her insana kendi çıkarını kollamasını, kendi zevkine bakmasını buyuruyordu. Oysa dinin ve geçerli ahlakın ilkeleri, doğadan kaynaklanan bütün arzuları “günah” etiketiyle yaftalıyordu. İyiliğe karşı açtığı savaşın anlamı da düşüncesinin bu yönüyle belirlenmişti. Onun için iyilik idealini benimsemek, doğaya aykırı bir hayat sürdürmek anlamına geliyordu. Bu yüzden, kötülük ruhun en derin gerçeği olarak görülmeliydi.

Kısacası, Sade’ın egemen bireyi kendi doğasının yasaları dışında hiçbir kuralla bağlı olmayan insanı anlatıyor. Bu bireylerden oluşan bir topluluk da kaçınılmaz bir şekilde onların doğasına uygun örgütlenmelidir. Böylesi bir toplumda yasadan ne anlaşıldığını şu belirlemede görebiliyoruz:

“Yasalar tek tek bireyler için değil, genel olarak düzenlenir. Kişisel çıkarlar genel çıkarlarla bir çelişki halinde olduğundan, yasalar da çıkarla çelişki halindedir. Toplum için iyi olan yasalar, toplumu oluşturan bireyler için kötüdür. Çünkü bir kereye mahsus onları koruyup kollayacak diye kişinin hayatının dörtte üçünü harcar ve etkilerler.”

Görüldüğü üzere Sade, egemen olarak tarif ettiği birey tipini sınırlandıracak hiçbir yasayı meşru kabul etmemektedir. Şu veya bu yasaya değil, doğrudan ve saf haliyle yasanın kendisine bir itiraz söz konusu. Bu yüzden, egemen güç önünde açılan istisnai alanda sadece hukuki uygulamalar değil, hukuk mantığının kendisi de askıya alınmalıdır. Başkasının haklarını tanımak veya Sade’ın anladığı biçimiyle “iyilik ideali”, kişisel çıkarın ortak hayat idealine uygun bir şekilde sınırlandırılması, kurala bağlanması anlamına gelir. Buna göre imtiyazlı iktidar kullanma yetkisiyle donatılmış egemenin her davranışı suç olacaktır. Yani ideal siyasi topluluk, eğer kurulacaksa, bir suç ortaklığından başka hiçbir anlaşmaya dayandırılamayacaktır.

Sade’ın yarattığı toplum modeli, insanda arkasından koşulacak bir ideal etkisi bırakmıyor. Hatta böylesi bir dünya inşa etmek mümkün olsaydı dahi, ona karşı mücadele etme isteği uyandırması muhtemel. Bununla birlikte, Sade’ın iktidarın ne menem şey olduğunu anlamamızı kolaylaştırdığını kabul edebiliriz sanırım. Sınırlandırılmamış bir egemenlik uygulamasının neye benzeyeceğini gösteren mükemmel bir model var önümüzde. Türkiye’de yaşadığımız olağanüstü deneyimin anlamını en iyi bu modelle kavrayabileceğimizi düşünüyorum. Tüm siyasal rejimlerde, koşulları oluştuğunda seferberlik, sıkıyönetim, olağanüstü hâl gibi istisnai durumlar ilan edilmesine olanak tanınmıştır. Olağan koşullarda uygulanan yasaların askıya alınmasıyla egemenin elinin rahatlayacağı düşünülmüştür. Burada ayırt edici olan, hangi koşulların bir olağanüstü yönetime ihtiyaç doğuracağını belirlemektir. Yani istisna halinin somut duruma uygunluğunu kararlaştırmak, kısacası istisnaya karar vermek esastır.

Oysa bizim karşı karşıya olduğumuz sorun, istisnaya karar veren egemenin uygulamalarından kaynaklanmaz. Asıl meselemiz, neyin istisna olduğunun kararlaştırılamamasının açtığı boşlukla ilgilidir. Çünkü istisnanın kendine göre belirleneceği sağlam bir hukuk kuralı bulunamıyor. Bu yüzden de ortaya çıkan gerçek sonuç, “kararlaştırılamayan istisna hali” olmuştur. Böylesi bir siyasi kararsızlık ortamında iktidarın üzerine konanlar, hukuk boşluğunu gücün fiili ve aşırı kullanımıyla doldurabilmektedir. Bu yüzden, Türkiye’deki uygulamaların etkisi, yasanın askıya alınmasının etkilerini katbekat aşmıştır. Bizzat hukuki aklın kendisi hedef haline gelmiş durumdadır. Masumiyet karinesine veya suçların bireyselliğine aykırı uygulamaların sonucunda bir bütün olarak hukukun değeri tartışmaya açılmıştır. Artık aşırılık, tüm siyasi uygulamaların genel karakteri, egemen bloku oluşturan suç ortaklarının temel sermayesidir. Aşırılık, yani hep daha fazlasına meyletme eğilimi, Türkiye’nin politik rejimini tartışırken dikkate alınması gereken temel özelliktir. İkili devlet, ara dönem, faşizm, diktatörlük, totaliterlik, otoriterlik veya benzeri adlandırmaların tümünün bize eksik veya yetersiz görünmesinin nedenini bu özelliğin gözden kaçmış olmasında aramak lazım gelir.

Sade’ın düşündüğü gibi, saf bir kötülük ilkesi etrafında örgütlenmiş örnek bir toplum gösterebilmek zor. Lakin tarih boyunca sadist ilkeye uygun siyaset izlemiş insanlar veya gruplardan oluşan güçlere rastlamak mümkün. Bu güçlerin inşa ettiği siyasal rejimleri sadist ilkeyle özdeşleştirmek, içine sık düştüğümüz bir yanılgı. Siyasal baskı veya kötülükle karşılaştığımız her durumda ayrımsız olarak faşizmden, diktatörlükten söz etmemizin nedenini de bu yanılgı oluşturur. Faşizm gibi baskıcı rejimlerin sadist yöntemlere çok sık başvurduğu bir gerçek. Ancak sadizm hem tarihsel hem ideolojik nedenlerle faşizm gibi kavramlara indirgenemez. Aslında her baskıcı uygulama, dünyada gerekli olan kötülükten daha fazlasını yarattığı oranda sadizmden pay alır. Bu yüzden, kötülüğün siyasal örgütlenişinin ve sınırsız güç kullanımının genel adı olarak sadizmi, onun yöntemlerine başvuran özel siyasi formlardan ayırt etmeye yarayacak ölçütler üzerinde düşünmemiz gerekiyor.

Bunun için, bizim deneyimimizden kaynaklanan iki ölçütü peşinen gözetmemiz gerekiyor. İlk ölçüt, içinde bulunduğumuz sonu görülemeyen kararlaştırılamazlık halidir. Bugün Türkiye’de herkesin endişeli bir biçimde dile getirdiği soru şudur: “Bu kötülük daha ne kadar sürdürülebilir?” Elbette umutla ima edilen şey, durumun sürdürülebilir olmadığına duyulan inançtır. Ne var ki, kararlaştırılamaz istisnaya popüler bir tanım arayacak olsaydık, herhalde bu soru cümlesinden daha açıklayıcı bir şey bulmamız çok zor olurdu. Çünkü alttan alta, başımıza gelenlerin aşırılığından duyulan endişe, bu umuda eşlik etmektedir. Bunu takip eden ikinci ölçüt, siyasal süreçlerin hiç olmadığı kadar bireyselliğin etkisine açılmış olmasıdır. Liderin kişisel tercihleri, inançları, sempatileri, antipatileri, hatta kaprisleri yasanın yerini almış durumdadır. Bundan ötürü, yönetimin bütünlüğünü soyut ve biçimsel bürokratik kurallarla sağlamak imkânsız hale gelmiştir. Yönetimde birlik, sadece liderin kişiliğini ve tercihlerini taklit ettiği müddetçe var olabilecek alt düzey bürokratların devşirilmesiyle sağlanabilmektedir. Günümüzde bürokraside yaşanan yozlaşma ve devletin yerel ve merkezi idaresinde ortaya çıkan yetersizliklerin nedenini burada aramak gerekir. Sadist ilke, yukarıdan aşağıya her bürokratik düzeyde benimsenmiş durumda ve uygulamadadır.

Yaşadığımız belirsizliğin somut etkilerini, devlet eliyle yukarıdan aşağıya örgütlenmiş kötücül uygulamalarda görüyoruz. Devletin yerli ve milli olma siyaseti, farklı toplumsal grupların içindeki kötülüğü mobilize etmede çok mahir. Bu politikanın nihai hedefi Alevi karşıtlığını, Kürt horgörüsünü, Ermeni düşmanlığını, mülteci korkusunu, homofobiyi, kadın karşıtlığını kalbinin en güçlü arzusu olarak taşıyan kesimlere seslenmektir. Bugün ayrı duyarlılıklar üzerinden birbirine eklemlenecek gruplardan oluşacak geniş bir kötülük koalisyonu inşa etmede dikkate değer bir başarı sağlanabilmiştir. Örneğin evladını kaybetmiş bir Alevi anne, en yetkili ağız tarafından kalabalık topluluklara yuhalatılabilmiştir. 10 Ekim’de hayatını kaybeden insanlar için saygı duruşu şöyle dursun, ıslıkla sırtını dönen stadyum kalabalıklarına şahit olunabilmiştir. Kızına duyulan düşmanlıktan ötürü, bir Kürt anne mezarından çıkarılabilmiştir.

“Bu da olmaz yahut olmamalı” dediğimiz her şey, tam da bizim onun olmaması gerektiğini düşündüğümüz şekilde yapılıyor. Hep daha fazlasının yapıldığı, her şeyin daha kötüsünün mümkün hale geldiği bu aşırılıklar dünyasında yaşıyoruz. İnsanlar siyasal gücün zevkine sunulmuş bir “kurban” olmaya uzanan yolun çok kısa sürede kat edilebileceğinin bilinciyle yaşıyorlar. Bilindiği üzere, hâkimiyetin mutlak biçimi olarak sadizmde, beraber olduğunuz kişi eşitiniz değil, hazlarınızı tatmin edecek bir kurban statüsündedir. Sadizmin bürokrasinin alt düzeyinde yarattığı tahribatı görebilmek için, kurban kesiminde vazifeli kasapların göz bebeklerinde yansıyan manzaralara bakmamız yeterli. Yargı bürokrasisinde bu tahribatın eriştiği düzeyi gösteren küçük, ama ziyadesiyle önemli bir tanıklığa rastlıyoruz. Aktarıldığına göre geçenlerde görülen bir davada barış akademisyeni hocalarımızdan biri şöyle demiş: “Rahatsızlığımdan dolayı savunma hazırlamadım. Zaten beraat bekliyorum.” Hâkimden aldığı karşılıksa şu olmuş: “Kusura bakmayın, elimizde beraat kalmadı.”

Bu tanıklıkta gücün aşırı kullanımı açısından önemli olan iki husus bir arada boy göstermektedir. Öncelikle, hâkimin nihai tüketiciye mal sunan bir bayi ağzıyla konuşması bana son derece anlamlı gözüküyor. Belli ki kendini beraat kararını verecek makam olarak değil, onu dışarıdan tedarik edecek bir dükkân sahibi gibi görüyor. Yani beraat kararı, mahkemenin ürettiği bir “mal” değil. Ona dışarıdan söylenmedikçe, bu kararı vermesi mümkün değil. Dikkat edilmesi gereken ikinci noktaysa hâkimin “şakacı” karakteriyle ilgili. Tabii eğer insanların adalet arayışıyla, rahatsızlıklarıyla alay etmeyi şaka kabul edeceksek! Başkalarının mağduriyetiyle eğlenmenin sadizmle olan bağlarını göstermek için çok açıklamaya gerek yok herhalde. Bunun yerine, mevcut belirsizlik ortamında insanlarla eğlenmeye doyamayan tüm “şakacı” zulüm teknisyenlerine şu tavsiye olunur: Daha çok Sade okuyun. Bugün siyaset veya adı her neyse, yaptığınız işlerin başkalarının haklarına karşı işlenen suçlara ortak olmak dışında bir anlamı olmadığını göreceksiniz. Devam mı etmek istiyorsunuz? O halde daha çok çabalayın, daha çok suç işleyin. Mutlaka takdir görecektir. Ne de olsa günümüzün saraylısı kendini böyle böyle sağlama alabiliyor.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.