2017: Demirtaş, Ahmet Şık, Nuriye ve Semih
2017, ne denli ‘güçlü’ olursa olsun, zorbalığın son noktada ‘geleceksiz’ –ve bu açıdan ‘çaresiz’– olduğunu da gösteren bir yıl oldu. Üzerindeki karanlığa rağmen, biraz da Nuriye ve Semih’in, Selahattin Demirtaş’ın, Ahmet Şık’ın yılıydı.
Gazeteci Ahmet Şık, geçen yıl bugün, 29 Aralık 2016 sabahı gözaltına alındı. Ve kendisi de dahil, onu tanıyan hiç kimse buna şaşırmadı. Bir gün önce, 28 Aralık akşamı, Karaköy’deki Tütün Deposu’nda 100’ü aşkın gazetecinin katıldığı bir fotoğraf çekimi vardı. Bu fotoğraf, hapisteki gazeteciler için bir yılbaşı kartpostalına dönüştürülecek, dayanışma ve moral olacaktı. Ahmet Şık da oradaydı. Cumhuriyet gazetesinden pek çok mesai arkadaşı tutuklanmıştı ve bu süreçte o yine sözünü sakınmadan konuşmuş, yazmıştı. Defaatle “tutuklanabilirim” demişti. O akşam da fotoğraf çekimi öncesi ve sonrasında konu açıldıkça, büyük bir doğallıkla, gülümseyerek ve üzerinde çok durmadan, ‘her an olabilir’ diyordu, kendi tutuklanma ihtimali için. O buluşma, hapisteki gazetecilerle dayanışmak, onlara bir moral destek vermek için yapılmıştı; ama pek çoğumuz için, haydi ben kendi adıma konuşayım, benim için, moral vermek kadar, belki daha çok, moral topladığım bir buluşma olmuştu. Bunda Ahmet Şık’ın, siyasi ve keyfi bir soruşturma-yargı sürecinin, hemen başının üstünde sallanan yakın tehdidine rağmen takındığı, son noktada bir ‘iyimserlik’, kendi duruşuna karşı bir eminlik olan, ‘rahat’ tavrının da etkisi olmuştu. Karanlık, yağmur çisiyle ıslak ve soğuk bir gecede, ülkenin göğü de tam böyle bir kış gecesi gibi karalıyken, ‘içerisi’ kadar ‘dışarısı’ ile de bir moral dayanışma idi o gece.
Ve tabii ertesi sabah erkenden Ahmet Şık gözaltına alınınca, onu tanıyanlar, geleceği belli olan bir kötülüğü karşılar gibi, üzüldüler ama şaşırmadılar.
2017’nin tamamını tutuklu geçiren Ahmet Şık, bu haftanın başında bir kez daha mahkemeye çıktı ve değil tamamlamasına, neredeyse başlamasına bile izin verilmeyen ‘savunma’ metniyle ülke gündemine girdi. Siyasi iktidarın sırtını çoğunlukçuluğa dayayarak kendisinden olmayanlara terörist muamelesi yaptığını ve bu terörist muamelesini akıl almaz suçlamalara dönüştüren güdümlü bir yargı olduğunu söylerken susturuldu. 2011’de, henüz yayınlanmamış kitabı “İmamın Ordusu”nun, polis baskınıyla arkadaşlarının bilgisayarından (bile) silinmesi kadar ‘sembolik’ ve nafile bir gayretti bu. O kitap silme operasyonları, amaçlananın tam tersi yönde ne denli ‘etkili’ olduysa; bu ‘susturma’ da o denli etkili oldu. Kitap kısa sürede binlerce kopya olarak çoğaltılıp kapışılmış, internet üzerinden yüzbinlerce kişiye ulaşmıştı; savunma metni de, özgürlüğünü koruyan/savunan gazetelerden ve sosyal medyadan yayınlandı, yüzbinlerce kişi tarafından okundu. Ahmet Şık, sözünü boğmaya çalışanları, aradaki ölçüsüz ‘güç’ farkına rağmen, bir kez daha yenilgiye uğrattı: Kitabının silinmesi gibi sözünün yasaklanması da söylediklerini daha büyük kalabalıklara ulaştırdı.
Zorbalığın, ne denli ‘güçlü’ olursa olsun, son noktada ‘geleceksiz’ –ve bu bahiste ‘çaresiz’– olduğunu gösterdi –bir kez daha…
Bu durum, 14 aydır tutuklu olan Selahattin Demirtaş için de geçerli.
Türk ve Kürt halkının barış içinde yaşamasının önündeki engelleri kaldırmak, kuşaklardır tüm toplumu zehirleyerek gelen bu kanlı döngünün son bulmasını sağlamak için yakalanmış en önemli fırsatlardan biriydi 7 Haziran’da açığa çıkan değişim arzusu… Ama ‘derin’ alerjik reaksiyonlar ve her türlü ilkeden yoksun iç siyaset mağlupları, bu değişim dinamiğinin karşısına elbirliğiyle bir siper kazdılar. Hükümet adını değiştire değiştire bir takım ‘süreçler’ yürütüyor diye değil, toplumlar arasında bir diyalog büyüyor diye barış umudu ortaya çıkmaktayken, çıkabilecekken; savaş, daha önce görülmemiş bir şiddet ve fütursuzlukla kapıya dayandı. ‘İç siyaset’ matematiğinin zorunlu ihtiyaç haline getirdiği ‘kolay oylar’ın toplanmasından ‘çeşitli devlet klikleriyle ittifak’ edebilmeye kadar varan ‘faydalar’ sağladı belki bu yangın. Ama ‘ateşi yakanları’, toplumun önünde engel, onu geriye çeken, eğer bir geleceği olacaksa mutlaka çözmesi gereken bir sorun karşısında kımıldayamaz hale de getirdi, felç etti. Bu büyük mesele konusunda da ‘geleceksiz’ ve artık çaresiz olduğunu gösterdi. Bu ‘olağanüstü’ koşulların manzarası, yarının ‘olağan’ günlerinin de bir ters kopyasını veriyor, tıpkı geçmişte olduğu gibi: 1994’te Leyla Zana’yı, Orhan Doğan’ı ve diğerlerini tutuklamak sorunu ortadan kaldırmadı ve bu yolla sorunu ortadan kaldırmaya çalışanlar kısa süre sonra kendi ortadan kalkışlarıyla cebelleşmek zorunda kaldı. Onları 10 yıl hapis yatıran ‘devran’, eş zamanlı ve istemsiz olarak ‘çözümün’ de kaçınılmaz bir aktörü haline getiriyordu.
Selahattin Demirtaş ve arkadaşları bugün benzer bir konumda. Onun hapisliği başlangıçta iktidarın onu içeriye atma ve orada tutma gücünü gösteriyordu belki; ama giderek çözümsüzlüğünü ve meselenin çözümünün ona duyduğu ihtiyacı gösteriyor bu hapislik. Sorgusuz sualsiz içerde tutulmasıyla Demirtaş da, zorbalığın, ne denli ‘güçlü’ olursa olsun, son noktada ‘geleceksiz’ –ve ‘çaresiz’– olduğunu gösteren bir simgeye dönüşüyor. Bu ülke barışa kavuşacaksa, bunun bugünkü tablo ile olmayacağını ‘istisnasız herkes’ biliyor.
Sorgusuz sualsiz işlerinden atılan, işlemedikleri suçlar isnat edilen ve buna karşı bir yılı aşkın süredir direnen Yüksel direnişçileri ve onların iki sembol ismi Nuriye Gülmen ile Semih Özakça için de geçerli aynı durum. Onlar için ‘bombacılık’ iddialarıyla başlayıp ‘iki tweet’e dönüşen suçlamalar, bugünün ‘adalet’inin üzerini aydınlatıp onun ne menem olduğunu gösteren bir fenere dönüşüyor. Haklarındaki ağır suçlamalar nihayetinde suçsuzluklarını kanıtlıyor.
Önceden ilan edilen cezasızlık ya da avans olarak verilen aflar, bir yandan da giderek bu devranın sürmesini sağlayacak kimseler bulunamayacağı endişesini gösteriyor. O endişeyi doğrulayarak ve güçlendirerek ‘saflarda’ daha keskin ayrışmalara, en sinik mırıldanmacıların bile daha yüksekten konuşmasına yol açıyor. Gizlenemez sinir bozukluklarına, getirisi geçmişteki kadar çantada keklik olmayan ağız dalaşlarına neden oluyor.
Tıpkı 12 Eylül gibi, ‘kararlılık’ ve ‘kalıcılık’ gösterisi olarak girişilen –tek tip elbise gibi– uygulamalar, tam tersi yönde, ‘belirsizlik’ ve ‘geçicilik’ algısını güçlendiriyor.
Bir kalemde, 10 bini aşkın kişinin ‘suçsuz yere’ hapis yatmakta olduğu ortaya çıkıyor. Bu da yeni bir ‘kandırıldık’ ambalajıyla itiraf ediliyor. Tüm hayatı alt üst olan, canına kıyan insanlar, bu ‘kandırılmaların’ asla verilemeyecek hesabı olarak toplumun zihnine yerleşiyor.
Ülkenin sırtına geçirilen gömlek, daraltıldığı her yerden yırtılıyor.
2017, üzerindeki “karanlık ve soğuk kış gecesi” efektine rağmen, biraz da bu ‘yırtılma’nın, bunun bir kısmı yukarıda anılmış aktörlerinin yılıydı. En koyu karanlığın ve karamsarlığın değil, direncin ve mücadelenin senesi olarak hatırlanmak için çok güçlü nedenler üretti.
Öyleyse, buyursun, hoş gelmiş 2018…
Hakkı Özdal Kimdir?
1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.
Türkiye’nin ‘anlık’ görüntüsü: Xiaomi-Salcomp’ta sendika direnişi 17 Eylül 2021
Menderes’in elini yakan büst 10 Eylül 2021
28 Şubat ‘intikamı’: Güç değil, zayıflık alameti 24 Ağustos 2021
Köylüler ve ‘beyaz etçi’ler: Halk ve sermaye 06 Ağustos 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI