Karıştıran, karıştırılan ve kaşıklar
Silahlı paramiliter kuvvetlere dayanan, vinçlere insan asma şampiyonu baskı rejimine isyan etmiş, lidersiz, siyasetsiz halkı, ABD, bölgede kendi etkinlik hesaplarına engel gördüğü İran’ı karıştıracak diye destekliyorsa, meselâ, bizim de bu olay karşısında harekete geçen ilk refleksimiz halka veya baskı rejimine değil “Amerika”nın ne yaptığına bakmaksa, siyasetteki yerimiz buna göre belirleniyor.
İran’daki protesto hareketi, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir gelişme gibi, Türkiye’de hakaretlerle dolu, sert bir tartışmaya yol açtı. Kül yutmaz siyaset bilgeleri, vakitsiz tedbirsiz heyecana kapılanları azarladılar, yerlerine oturmaya davet ettiler. İran’ın çeşitli şehirlerinin sokaklarından isyan görüntüleri gelmeye başlayınca ister istemez duyulan heyecan, gerekirse tıpası daha sonra açılmak üzere tedbir şişesine tıkılmalıydı. “Durun bakalım,” dediler. “Hele bir anlayalım, bu işlerin arkasında kimler var.” Arkadaki Amerika’ysa İran devletinin yanında saf tutulmalı, diyen oldu.
“Bu işlerin” benzerleriyle karşılaşınca “bu iş”le değil arkasındakilerle ilgilenme refleksi sadece ülkelerin siyasî ve ekonomik iktidarını ellerinde tutanlara özgü değil, görüldüğü üzre. Toplumsal hayatın ufak bir köşesinde ufak bir iktidar sahibi olmak da bunun için yeterli. Veya elinde iktidar olmasa da iktidar adına düşünüp davranabiliyorsun. Galiba daha önemlisi, bir muktedir gibi hissedebiliyorsun: Mutlaka birileri karıştırıyor; acaba kim? Bunlar benim ülkemi de karıştırırlar!
Hiçbir azgelişmiş muktedir, şu soruyu sormaz: Acaba niye benim ülkemi karıştırabiliyorlar da bazı ülkeleri karıştıramıyorlar? Nitekim Gezi İsyanı’nın arkasında uluslararası odaklar, üst akıllar vs. arayan Türk muktedirleri de sormadılar. Bir adım ötedeki soru da şu: Karıştıramadıkları ülkeleri neden karıştıramıyorlar? Bunlar sorulsa, “karıştırılabilir” ülkelerin hepsinde, ellerinden gelse rejimi devirecek, küskün, incinmiş, hoşnutsuz, mutsuz, öfkeli kalabalıkların varolduğu, bunların baskıyla, korkutularak sindirilmiş, patlamaya hazır durduğu kolaylıkla görülecek. Zaten bundan sorulmuyor.
Ne yazık ki, karıştırılan ülkelere dışarıdan bakan, sahici veya fahrî muktedirlerin oyun şablonlarında söz konusu kalabalıkların rolü, kaşık veya pipet mertebesinde. Haydi orta boy bir blender’ın çubuğu olsun.
MUHSİN NAMCU ÇALSIN, AMA BİZ OYNAYALIM
Şimdi artık tabiî başka ülkeleri karıştırabilen ülke statüsüne de geçtiğimiz için, biz, bu ülkenin yurttaşları, arkamıza yaslanarak, boyalı ayakkabılarımızı oturduğumuz koltuğun hayli ötelerine uzatıp bacaklarımızı açarak falan konuşma hak ve yetkisine sahibiz.
Eğer çıkmaz sokakta bir dükkân sahibi olmayı her şeyden fazla önemsemiyorsan veya çıkmaz sokakta dükkân sahibiyken kendini devletin sahibi sanıyorsan veya günün birinde sahibi olmayı umduğun devlet adına hissetmeye, düşünmeye, davranmaya şimdiden kendini alıştırmışsan işin zor değil. Yalnız bu muazzam sorumluluğun yükü çökertmesin diye omuzlarını sürekli kalkık tutmaya çabalayacaksın, o kadar: Amerika, diyorsun, yetiyor. Tahrir Meydanı’nda göstericiler toplandığında, hele mazallah Al Jazeera bunları kesintisiz yayımladığında, şöyle bir kaykılıyor, “Amerika,” diyorsun, “bu işlerin arkasında Amerika var.” Kazara mütereddit bakışlarla otoriteni sarsmaya kalkan olursa, sihirli sözcüğü fısıldıyorsun orta yere: “Emperyalistler! Hepsi onların tezgâhı.” Kimse sesini çıkaramıyor! Bilahare, Müslüman Kardeşler iktidara geliyor. Yine herkesi ciddiyete davet eden, eğilmez bükülmez, itiraz edilmez edânla, “Amerika,” diyorsun. “İşte Arap Baharı’nın arkasındaki asıl amaç: Müslüman Kardeşler’i iktidara getirdiler.” Sonra… General Sisi Mursi’yi deviriyor, bir gecede bin kişi katlediyor. Sen, hem katledilenler Mursi’ci olduğu için bin küsur insanın takır takır taranması karşısında üzüntü duymaktan muafsın hem de yine neyin niye olduğunu en iyi bilensin: Amerika elbette! Mısır’daki darbenin arkasında başka kim olabilir!
Tahrir’e öncülük eden Mısırlı gençler bizdeki Gezi profilinin “tıpkısıydı” diyemeyiz, ama “benzeriydi” desek ya da “biraraya gelseler pek güzel anlaşırlardı” desek hiç yanlış olmaz. Ve fakat onlara güvenmedik, onları sevmedik. Neden? Cevaplar basit fakat ağır: İlkin, arkalarında kim var, bilmiyorduk! Birilerinin arkasında birileri varsa bunlar emperyalistlerdir. Sonra, bu Tahrir isyancıları düpedüz Araptılar! Biz Arapları sevmeyiz. Doluştular diye Beyoğlu bitti. Aslında bitmedi, biz gitmiyoruz diye bitti diyoruz. Fakat sor bakalım niye gitmiyoruz? Çünkü Araplar doluştu. Aslında biz ırkçı değiliz. Fakat niye Beyoğlu’ndalar? Bu yüzden biz gidemiyoruz! Arapları sevmiyoruz, çünkü Osmanlı’ya ihanet ettiler. İyi de bu yüzden, başka her konuda gırtlak gırtlağa gelen biz, hepimiz birden, niye sevmiyoruz? Yoksa hepimize mi ihanet ettiler? Hepimiz derken..? Osmanlı’ya ihanet edince Cumhuriyet’e de etmiş mi sayılıyorlar? Acaba İran ahalisini de mi sevmiyoruz? Sekizi resmen tanınmış yetmiş kadar değişik dil konuşuyor ahali, fakat sıkıntı yok, Acem hepsi. Acem’in şusu, Acem’in busu… sevmiyor olmalıyız. Şah İsmail ezelî düşmandı zaten. Fakat ilk Şah Rıza Atatürk’ü ziyarete gelmişti. Yoksa yarı yarıya sevsek mi? Mollalar yaramaz da, Aşgar Ferhadi’yle Muhsin Namcu ne olacak? Festival’de Abbas Küyerüstemi olsun, lâkin İranlılar Araplar gibi İstiklâl’e doluşmasın!
KAİNATLA YAŞIT KUŞATMA VE OLMADIK HİSLER
Aşırı dozda Ahmet Davutoğlu fantezisi yüzünden “Allah kimseye vermesin” denecek türden hallere düşmüş biri “Türkiye’nin etrafındaki kuşatma”dan söz etti. Bu kuşatma varolduğu sürece şöyle olurmuş böyle olurmuş.
“Türkiye’nin etrafındaki kuşatma”nın, bir yemek arası için olsun, kalktığı zaman aralığı hatırlamıyorum. Tıpkı “birlik ve beraberliğe her zamankinden çok ihtiyacımız olduğu şu dönem”in hiçbir zaman bitmemesi gibi. Sonsuzdur, başsızdır bunlar; veya dikişsiz art arda ekleniyorlar, bilemiyorum. Muktedir kimliğinden de bağımsızdırlar; iktidar kimdeyse onun meşrebine göre marşlı veyahut dualı kılıflara sarılarak takdim edilirler. “Kuşatma” motifinden farklı olarak, yalnız, “birlik-beraberlik” motifinde sağ-sol ayrımı vardır. Bunu sağcılar benimser, kullanır. “Kuşatma” motifindeyse bu ayrım da yoktur. Tam anlamıyla millî bir motiftir. Veya ulusal. Yani “hepimiz” dedik, izah etmeye çabalıyorum. Zira bu nedenle hislerimiz farklı herkesten.
Tahrir Meydanı’na veya Meşhed sokaklarına işçi gençler döküldüğünde, üzerlerine salınan rejim milisleri veya polisle karşı karşıya geldiklerinde, dünyanın başka yerinde özgürlükler, demokrasi, çoğulculuk, hak-hukuk, adalet isteyen başka insanların ilk anda hissedecekleri nelerdir? Yani hissetmeleri beklenenler nelerdir? Yani hiçbir şey düşünmeden, ötesine berisine bakmadan -veya henüz bakmadan- hissedecekleri…
Bir histen söz etmek isterdim. Sizi türlü yanılgılara da sürükleyebilecek, ama eğer sizde yoksa kimseyi adalet duygusu taşıdığınıza ikna edemeyeceğiniz bir çeşit içgüdü mâmûlünden. Bu hissi uzun uzun tasvir edebilmeyi isterdim. Bunun yerine ne yazık ki, şu basit gerçekleri, hatırlatmak zorunda kalmaktan utanarak, hatırlatmak istiyorum:
Emperyalistler diye birileri sahiden var ve bunlar bir gökdelenin yüzüncü katındaki toplantı odasından dünyayı yönetmiyorlar. Parçalanabilir, ayrışabilir gruplar halindeler. Birbirleriyle de çelişerek, çatışarak, çıkarlarına göre bir dünya düzenini sürdürmeye, bazen yeniden şekillendirmeye çalışıyorlar. Bu işi, emperyalist sayılmayan birilerinin iştiraki ve işbirliğiyle yapıyorlar. Hattâ artık bu ikinciler olmasa zor yaparlar. Böylece çeşitli odaklar, olaylara, gelişmelere göre değişen ittifaklar, taraflar meydana geliyor. Bazen emperyalist dediğin birisi başka emperyalistlerin çıkarına ters düşecek işler yapıyor, bazen emperyalist işbirlikçisi birileri bunlara bayrak açıp kendi ülkesindeki iktidarını tahkim etmeye çabalıyor. Bazen bir emperyalist de dünya düzeninin çıkarlarına aykırı işler yapıyor. ABD’nin emperyalizmiyle Rusya’nınki, Çin’inki farklı; Bush ABD’siyle Obama ABD’sininki bile farklı. Avrupa, Japonya, bambaşka mevzular. Dünyada iktidar pratikleri ve ilişkiler karmaşık bir yumağın iplikleri.
(Bu karmaşıklığı kavramak istemeyene göre de oyun var: Benim benden başka dostum yok, diyorsun, çarpıtılmış gerçekler barındıran masallar uyduruyorsun, ona göre yaşıyorsun.)
Kendisini ilgilendiren herhangi bir ülkede herhangi bir gelişme olduğunda, kendinde buna müdahale edecek, bunu yönlendirecek, yolundan saptıracak veya belirli bir yola sokacak kuvvet gören başka devletler gizli-açık çeşitli faaliyetlere girişiyorlar. Bu müdahaleler bazen, hasımda veya rakipte istikrarsızlık yaratmak için oradaki demokratik-özgürlükçü isyanı desteklemeye de varabiliyor.
O demokratik-özgürlükçü isyan, dışarıdan birileri onu kullanmaya kalktı diye bu niteliğini kaybediyor mu? “Sayılmaz” kategorisine mi düşüyor?
Pek çok durumda aslî soru bu. Bu soruya verdiğimiz cevaplara göre siyasî görüşümüzü, tavrımızı olduğu kadar, hayat “felsefe”mizi, ahlâkımızı, dünyayı kavrayışımızı da ortaya koymuş oluyoruz. Silahlı paramiliter kuvvetlere dayanan, vinçlere insan asma şampiyonu baskı rejimine isyan etmiş, lidersiz, siyasetsiz halkı, ABD, bölgede kendi etkinlik hesaplarına engel gördüğü İran’ı karıştıracak diye destekliyorsa, meselâ, bizim de bu olay karşısında harekete geçen ilk refleksimiz halka veya baskı rejimine değil “Amerika”nın ne yaptığına bakmaksa, siyasetteki yerimiz buna göre belirleniyor.
Hattâ arkadaş arasındaki yerimiz de buna göre tayin ediliyor. Kendini bir ulus, tercihen ulus-devlet yerine koyup her şeye, her yere, herkese bu konumdan, buna göre davrananlar, başkalarını emperyalizm ajanı, işbirlikçi, hain, satılmış şu bu diye nitelemekte bir an tereddüt etmiyorlar. Bu yüzden de aslında kendi özgürlük ve adalet mücadelemiz için pek verimli olabilecek hiçbir tartışma yapılamıyor. Keşke kirası hamaset ve hakaretle ödenen küçük dükkânların sahipliği bu kadar göz alıcı olmasaydı.