Medeniyet dediğin tek dişli canavar
Türkiye toplumu ve diğer toplumlar için mesele medeniyetten esareti, kulluğu ayıklamaktır. Ne İslamcılar ne de Kemalistler’in medeniyetten anladıkları bu. Onlar muasır medeniyeti hedefliyorlar. Oysa kulluğu, dolayısıyla medenilik-gayri medenilik ayıbını ortadan kaldırma perspektifine sahip olmayan bir medeniyet projesi yalana, ikiyüzlülüğe hizmet eder.
Türkiye neredeyse iki yüzyıldır muasır medeniyet seviyesine yükselmeye çalışıyor. Bu iş yaklaşık iki yüzyıldır devam ettiğine göre, ya bunu gerçekten istemiyoruz ya kifayetsiz muhterislik derdinden muzdaribiz ya da ikisinin karışığı bir çıkmaz, bizi dertten derde salan. Her halükârda âlemin kahrını çekmektense âleme kahır çektirmenin konforuna yaslanan, bunaltıcı, sonu hiç gelmeyecek gibi görünen bir ergenlik hali. Nereden bakılsa hüzün verici. Zira ikiyüzlüce. Öyle ya, kolayı da bu iken kapıldığımız ‘kendini bilmezlik’ oyunundan neden usanalım!
Bir medeniyetin mensubu olmak arzulanır bir statüdür. İyi, güzel, doğru, müreffeh olan medeniyete kendiliğinden atfedildiğinden, medeniyet mensupları varlıklarını meşrulaştırıcı bu statüye cezbelenerek sahip çıkarlar. İyi, güzel, doğru ne varsa medeni olana yorulur; kötü, çirkin, yanlış, azap dolu olan da gayri medeniliğe pek tabii. Medeniyet fiilen bilinebilir, öngörülebilir olanı kuşatır, gayesi kuşattığı alanı hep dışarı doğru itmektir, ancak dışarısı tüketilebilir değildir. Bu nedenle bilinebilir olan içinde, sınırları içinde olsalar da dışarıda kalanlar ile sınırları dışında kalanlar olmak üzere iki çeşit gayri medenilik doğurur medeniyet. Sınırları dışında kalanlar barbar, göçer, yabanıl, bedevilerdir. Sınırlar dâhilinde dışarıda kalanlar ise ötekilerdir. Barbar, göçer, bedevi, yabanıl, öteki, medeniyetin çerçevelediği iyi, güzel, doğru ve müreffeh olana aykırı davranan, bunları tehlikeye düşüren belirsizlik mıntıkalarına tekabül eder medeniyet için; bu nedenle ‘doğal’ düşmanlardır.
Medeniyetlerin doğal düşmanlarına karşı üstünlükleri, bilinebilirlik, öngörülebilirlik niteliklerinde temellenir; bunun fiili koşulu ise yerleşik olmaktır. Nitekim etimolojiler de birincil olarak yerleşikliğe işaret ediyor: medeniyet kelimesi Arapça medineden (kent, şehir), civilization Latince civisten (şehirli), uygarlık Türkçe Uygur’dan (yerleşik ilk Türk kavminin adından türetilmiş), imar, mimar, tamir kelimeleriyle aynı kökten olup medeniyetle kast edileni daha kapsamlı kavradığı iddia edilen umran canlandırma, ömürlendirme, bayındır kılma, mamur kılma manasında Arapça amara fiilinden. Ancak alelade bir yerleşiklik değildir söz konusu olan; bir yurttaşlar topluluğunun, bir devletin, yani akraba ya da tanış olmayanları içeren, bu nedenle akraba ya da tanış olmayanları bir arada tutmayı mümkün kılan bir iyi, güzel, doğru kavrayışının temel teşkil ettiği yerleşiklik. İnsanın birincil derdi olan can güvenliği, kör, öngörülemez şiddeti öngörülebilir kılan yerleşik düzen (medeniyet) sayesinde öngörülebilir, bilinebilir hale getirilir. Bunu en büyük yetkinlikle becerenlere (hukuk devleti) en medeni toplumlar denmiştir nitekim. Nedir peki bilinebilir, öngörülebilir, müreffeh toplumsal düzenlerin, toplumsal düzen örnekçelerinin, yani medeniyetlerin bedeli?
Bir kere barbara, ötekiye karşı kendini iyi, güzel ve doğrunun ölçütü olarak sunduğu mensupları, medeniyet treninin bulundukları kompartımanlarına göre müreffeh, öngörülebilir bir yaşam için hemen her zaman şiddetli bir eşitsizliğe maruz bırakılırlar. Medeni yaşam maliyetlidir ve birilerinin bu kahrı çekmesi gerekir. Maliyetin, kahrı çekenlere olabildiğince doğa yasası kabilinden, zorunluluk olarak kabul ettirilmesi ölçüsünde başarılıdır medeniyet. Yani en medeni olanlar kandırmasını en iyi bilenlerdir ve medeniyetler daima birilerinin sırtlarında yükselirler. Eşitsizlik ve esaret kol kola var ederler medeniyetleri. Bizse medeniyetlere, esareti mümkün kılan israfın, iktidarı pekiştiren ihtişam kılığında yönetim aygıtı, karmaşık bürokrasi ve eğitim sistemi, büyük ve kalıcı yapılarda ifadesini bulan bayındırlık, sanat, bilimsel ilerlemede dile gelmesinde tanıklık ederiz. Ayrıca medeniyetler karmaşık bürokrasilerin biçimlendirdiği yetkin yönetim aygıtlarıyla büyük insan topluluklarını mobilize ederler; yayılmacıdırlar, savaşçıdırlar. Huzurlu medeniyet olanaklı değildir. Zira geniş coğrafyalara, geniş kitlelere dayattığı yapay dengeyi sürekli kılmak zorundadır medeniyet. Hegemonik olma iddiası çifte bir hareket tarafından biçimlendirilir: bir yanda birliği temin edecek tekçilik, diğer yanda söz konusu teke katılmak zorunda olan yeni, yabancı unsurlar. Sonuç zoraki bir evrenselcilik, kozmopolitliktir. Bu mecburiyet tam da medeniyetten beklenecek atiklikle kendisinin bir erdemi olarak sunulur. Medeniyetler kadar hoşgörülüsünü bulamazsınız; sanki barış götürdükleri, istikrara kavuşturdukları, mamur hale getirdikleri, ahalisini hayvanken insan kıldıkları yerleri işgal etmemişler, bunu rıza ile yapmışlar! Çoğu kez işgale sebep güvenlik tehdidinin kendisi olan medeniyettir ve ona öngörülebilir, kestirilebilir esaretin bir bedeli olmalıdır. Evet, medeniyetin insana sunduğu seçenek öngörülemez esarete (ki eşitlikçi topluluklarda esaret de söz konusu değil; eşitlikçi topluluk arayanların çoğu onu imecenin azımsanmayacak düzeylerde olduğu iktidardan bağışık köylerinde bulabilirler) karşı öngörülebilir esarettir. Nedir gayri medeni olanı bu kadar tehlikeli kılıp insanı esarete razı eden?
Bilindik manasıyla bir medeniyet, eşitsizlik ve esaret sayesinde var olan bir iktidar aygıtının ahlaki (iyi; hukuki, siyasi), estetik (güzel; sanatsal, mimari) ve epistemik (doğru; bilimsel, ideolojik) bir iddiayla öngörülebilir, bu nedenle yerleşik olmak zorunda olan bir toplumsal düzen yarattığı her yerde ortaya çıkmıştır. Her medeniyetin iyilik, güzellik ve doğruluk iddiası elbette mutlak değildir, dolayısıyla bir ölçüde gayrisahihtir. Sadece muarızı ve muadili medeniyetlere karşı değil, sanki ahlaki, estetik ve epistemik bir koddan yoksunmuş muamelesi yaptığı gayri medeniye karşı da gayrisahihtir. Örneğin yerleşik, medeni Osmanlı’ya karşı göçer, ‘barbar’ Türkmen sanki ahlaki, estetik ve epistemik bir koddan yoksundur. Elbette öyle değil, ilkinin medeni sayılması, onun ahlaki, estetik, epistemik kodunun esir alma gücünü mükemmel kılması nedeniyledir. Tıpkı bu bakımdan kendisinden üstün olan kapitalist uygarlıkla karşılaşan Osmanlı’nın ve devamı Türkiye Cumhuriyeti’nin muasır medeniyete karşı gayri medenilikten bir türlü başını alamaması gibi. Bir yandan bu tür bir ilişkinin muasır medeniyetin (kapitalizmin) mutlak belirleyiciliğine tabi olması, bu ilişkinin yerli taşıyıcılarının söz konusu tabiyeti korporatist bir anlayışla özümsemiş olmaları ve bu durumun yol açtığı, toplumun bütün olarak karşı karşıya olduğu yapısal kifayetsizlik; diğer yandan ‘gayri medeniliği’ kendine bir türlü yediremeyip muasır medeniyetle pragmatist bir ilişki kurmaya çalışan (trajikomik ifadesini ‘teknoloji’ transferi çözümünde bulan) otantistler. Asıl yanıltıcı olan, bunların ayrı cenahlar olarak kavranması. Oysa aynı paranın iki yüzü gibidirler; özleri bir, aynı amaca hizmet ederler. Muasır medeniyetin esiridirler, gerekçeleri farklıdır. Bu nedenle vasat olmak zorundadırlar. Bizi dertten derde salan da bu vasatlık, bu ikiyüzlülük ne yazık ki.
Diğer taraftan medeniyet kör şiddeti bastırırken, bilinemez olanı çepere doğru sürerken, safları sıklaştırmak üzere ötekiyi içerirken (‘fahişeye’ hayat kadını, 'Çingene'ye Roman, 'Kızılbaş'a Alevi yurttaş diyerek örneğin) iyi, güzel ve doğru olanı bizzat ihlal eder. Medeniyetin bu tür suçları defterler doldurur. Medeniyete karşı biriken derin hıncı, gayri medeni hezeyanları, şiddet arzusunu bu bağlamda değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla hem bu içsel neden hem de en fazla medeniyetin başka momentleri olarak görülebilecek barbarlık ve ötekiliğin hiçbir zaman bütünüyle içerilemeyecekleri gerçeği, medeniyetlerin temel niteliklerinden olan istilayı doğururlar. Her medeniyet istila edilir. Zulümle abad olunmaz; hem gayri medeni de tetikte beklemektedir: Hun istilasına uğrayan Çin, Hiksos istilasına uğrayan Mısır, Cermen istilasına uğrayan Roma, şimdilerde Afrikalı ve Ortadoğulu ‘istilasına’ uğrayan Avrupa bazı makro örnekler. Bununla birlikte yenilen hep istilacılardır, medeniyet sürer, zira medeniyet kuşatıcıdır. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nde Sasani, Emevi, Bizans, Osmanlı medeniyetleri sürmektedir, istilacı ‘gayri medeni’ muasır medeniyeti de olabildiğince ele geçirmiştir, er geç teslim olacaktır ona. Mesele çoğu bakımdan hayranlık uyandıran medeniyetin görmezden gelinemeyecek suçlarının anası esaretle hesaplaşmaktır artık. Türkiye toplumu ve diğer toplumlar için mesele medeniyetten esareti, kulluğu ayıklamaktır. Ne İslamcılar ne de Kemalistler’in medeniyetten anladıkları bu. Onlar muasır medeniyeti hedefliyorlar. Oysa kulluğu, dolayısıyla medenilik-gayri medenilik ayıbını ortadan kaldırma perspektifine sahip olmayan bir medeniyet projesi yalana, ikiyüzlülüğe hizmet eder. Kimsenin geleceğinden emin olamamasının nedeni de bu.