Abdullah Gül’ü neden umursama(ma)lıyız?
Abdullah Gül tipik bir merkez sağcı. Siyasal realizmi, ülkeyi felakete götürecek bir süreci sadece hazırlıkla geçirmesini sağlıyor. Kendi üzerinde hiçbir risk taşımadan, siyasal pozisyonunu belirlemeden iktidarın eline düşmesine hazırlanıyor. Bunun bile AKP Genel Başkanı’nı eski "siyasal kardeşi"ne "bozguncu" diyecek kadar rahatsız etmesi ise bir geçiş döneminden duyulan korku ve telaşı açıkça gösteriyor.
Türkiye siyasetinin sağ kanadında yer alan bütün özneler, ülkenin bir restorasyon dönemecine girdiğinin bilinci ile hareket ediyor. AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın Abdullah Gül’e tepkisinin ardından vekillerinin hızını alamayıp söyledikleri bunun en iyi göstergesi. Partinin kurucusu, bir önceki cumhurbaşkanı hakkında söylenenler her şeyden önce Türkiye’de siyasal alanın, hem de merkez sağ siyaseti için ne kadar daraltıldığını gösteriyor. Abdullah Gül’ün 696 Sayılı KHK hakkında, KHK’nin içeriğini hiçbir biçimde sorgulamayan basit uyarısının kopardığı gürültü, bu gürültünün biçimi korkunun boyutlarına ve nerelere varabileceğine işaret ediyor. Erdoğan’ın "bozguncu" sözcüğünü kullanmasının ardından "İngiliz muhibbi"nden, "darbecilerin destekçiliği"ne kadar birçok ifade havada uçuştu. Eğer bunun nedeni, gerçek anlamda bir restorasyon dönemecinde olduğumuzsa, siyasi yelpazenin bütün kanatlarının takınacakları tavrı ve dönemeçteki öznelleşme biçimlerini bu bağlam içinde değerlendirmek gerekir.
ERDOĞAN'IN MECBURİ SİYASETİ: TEK LİDER, TEK PARTİ, ÇOK DÜŞMAN
AKP Genel Başkanı, başta parlamento, medya ve özgür kamuoyunun oluşumunu sağlayacak siyasal haklar ile yargı düzeni olmak üzere, demokratik siyasetin bütün kanallarını kontrol etmeden mevcut tekelci iktidarını sürdüremeyeceğinin bilincinde. Olağanüstü Hal’in açıklanmayan gerekçesi de bu. Bugüne kadar çıkarılan otuz Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnamesi’nde darbe girişimi ile hiçbir ilişkisi bulunmayan onlarca düzenlemenin bulunmasının nedeni de bu. KHK’ler yeni ve Erdoğan açısından mecburi rejimin hem inşa hem de icra aracı.
Anayasal düzeni bütünüyle askıya alan KHK rejiminin dayandığı söylemin özünü de, siyasal karşıtlığı en uç noktaya taşımak oluşturuyor. Erdoğan’ın kendisinden görmediği, herkesi düşmanlaştırma ve ona düşman ceza hukukunu uygulama performansına çok uzun zamandır tanığız. İç politikada da dış politikada da en yakın dostlarıyla bir anda düşman olabilen bir performans bu. "Kardeşim" dediği ile kardeşliği bir hafta dayanmıyor. Çünkü artık Türkiye’de siyasal iktidar değişimi, temsili demokrasi içinde 'olağan' bir prosedürün çok ötesinde; devlet örgütünün bütün katmanlarında “iş gören” bir şebekenin, bu şebekenin içinde “serbestçe” iş görebildiği bir siyasal-hukuksal rejimin tasfiyesi demek. Bir geçiş ya da restorasyon döneminden söz ediyorum.
Abdullah Gül’ün eski bir cumhurbaşkanı olarak “eski” siyasal kişiliklerle yediği yemeklerin, verdiği kimi eleştirel demeçlerin onu Erdoğan ve vekilleri nezdinde bir anda düşman, bozguncu, darbe destekçisi konumuna getirmesinin bağlamı bu. Söz konusu bağlam, siyasi yelpazenin sağı içinde 17-25 Aralık davaları ile başlayan sertleşmenin artarak süreceğini, AKP dışında bir politik hat izlemenin ya da özerk bir pozisyon almanın giderek daha tehditkar bir tepki ile karşılaşacağını gösteriyor. Erdoğan’ın bütün stratejisi, iktidarını her ne olursa olsun korumak. Bu zorlaştıkça, korumanın yöntemleri de anayasasız bir rejim içinde sertleşecek, Akşener’in silahlı eğitim kampları iddiası ve gündemdeki HÖH örgütlenmesi sertleşmenin boyutlarına işaret ediyor. Kırılmaya mahkum bir kısır döngü olduğu açık olan bu diktatörlük döngüsü sürdükçe, elbette bütün ülke bundan artan oranda etkilenecek.
GÜL'ÜN GEÇİŞ SÜRECİNDEKİ KONUMU
Abdullah Gül tipik bir merkez sağcı. Siyasal realizmi, ülkeyi felakete götürecek bir süreci sadece hazırlıkla geçirmesini sağlıyor. Kendi üzerinde hiçbir risk taşımadan, siyasal pozisyonunu belirlemeden iktidarın eline düşmesine hazırlanıyor. Bunun bile AKP Genel Başkanı’nı eski "siyasal kardeşi"ne "bozguncu" diyecek kadar rahatsız etmesi ise bir geçiş döneminden duyulan korku ve telaşı açıkça gösteriyor.
2007 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde prosedürlerin zorlanması, belki de Türkiye’de siyasal sistemin dönüşümü açısından en kritik eşiklerinden biriydi. Anayasa Mahkemesi’nin hukuken savunulabilecek hiçbir tarafı olmayan 367 kararının amacı, Abdullah Gül’ün AKP oyları ile seçilmesini engellemekti. Mahkeme, hukuksal ve siyasal bir kuruluşu değil, ideolojik-bürokratik bir kuruluşu korumayı esas aldı. O kararı verenlerin ve onaylayanların bugün Abdullah Gül’ün alabileceği herhangi bir pozisyonu içten içe destekleyeceğinden adım gibi eminim. Çünkü 367 kararını verirken nasıl bir siyasal pozisyonları varsa bugün de aslında aynı pozisyonu tutuyorlar.
2007 cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından yapılan muğlak anayasa değişikliği ve sonrasında Abdullah Gül’ün siyasal hayatını bitirmeye yönelik cumhurbaşkanlığı süresine ilişkin geçici düzenleme ile AKP Genel Başkanı Erdoğan ve Gül arasındaki gerilimin başladığını söylemek yanlış olmaz. Gül’ün o günkü ikircikli tavrı ile bugünkü tavrı arasında da bir fark yok. Fakat artık ülkenin sürdürülemez bir döngü içinde olduğunun farkında olarak kimi hazırlıklar ve manevralar yaptığını da görebiliyoruz. Gül’ün böyle bir geçiş dönemi içinde alacağı pozisyonun sinik bir realizm aracılığıyla, sağ içi dengelere dayanacağı açıktır. Türkiye’nin siyasal sistemine dönük vizyonu, bu dengeler bağlamında radikalleşmiş tek kişi rejimini, merkeze çekmektir. Tabii bu geçiş senaryosunda belirleyici olan da adalet ve hakikat değil, kimin kime kapılandığı olacak.
AKŞENER'E KARŞI SUSKUNLUK VE GEÇİŞ DÖNEMİNDE SEÇİMİ DÜŞÜNMEK
AKP Genel Başkanı, İyi Parti’yi kuran Akşener’i açık bir düşman haline getirme stratejisini şimdilik ertelemiş görünüyor. Parti kurulmadan önce açılan davalar, toplantılarının yasaklanması, elektriklerin kesilmesi gibi hadiseleri bir yana bırakırsak ilişkinin tonu, partinin kurulmasının ardından hızlıca düştü. Elbette bunda Akşener’in hitap ettiği tabanın etkisi büyük. Mevcut siyasal konumlanmada herhangi bir kırılma yaratmadan seküler milliyetçilere, dolayısıyla MHP ve CHP’de yer alan oylara yönelen bir parti; AKP Genel Başkanı açısından şimdilik ilişkileri çok gerecek bir düşmanlaştırma politikası izlemeyi gerektirmiyor. Çünkü yerel seçimlerde CHP’yi zayıflatacak bir siyasal pozisyon AKP için genel seçimler ve asıl olarak cumhurbaşkanlığı seçimleri için hayati.
Bütün bunları söylemek, seçimin her koşulda diktatörlük kısır döngüsü içinde önemli bir meşrulaştırma aracı olduğunu da söylemektir. AKP Genel Başkanı, mümkünse her seferinde kendisine onay sunacak seçmenlere ihtiyaç duyacaktır. Her diktatörlük rejiminin kaynağında olan bu onay prosedürü ile seçim prosedürünün ayrılması gerekir. Her seçimin demokratik güvencelere dayanan adil bir seçim olmadığını birkaç defa tecrübe ettik. Seçmene seçim sonuçlarının sonucunda iktidarın değişebileceğini gösteremeyen, adil seçim güvencesini bugünden siyasetin sorusu yapamayan hiçbir siyasal öznenin, bugünün koşullarında AKP karşısında “başarılı” olamayacağını söylemek gerekir.
AKP Genel Başkanı’nın yerel seçimlere yaptığı yatırım bu bakımdan önemli. Akşener’in özellikle CHP’den alacağı oylar, seçimlerin güvencelerden yoksun biçimde yapılması, HDP’ye ve HDP’ye oy verecek seçmenlere yapılması muhtemel baskılar, özgür medya üzerindeki baskının artırılması, YSK’nin yeni yapısı ve muhtemel seçim kanunu değişiklikleri asıl olarak, 2019’da yapılması planlanan plebisite yönelik olacaktır. Zaten Akşener’in partisinin değil, Gül’ün öncelikli olarak düşmanlaştırılması da bu plebisit hazırlığına işaret ediyor.
CHP SAĞDAN GAYRI POZİSYON ALABİLİR Mİ?
Bu basit sorunun yanıtını vermek ne yazık ki o kadar kolay değil. Akşener’in, kurduğu parti ile sağın kalan alanını da kapattığı bir anda soru aslında tersten kurulmalıydı. “CHP soldan gayrı pozisyon alabilir mi?” olarak. Fakat CHP’yi yöneten sağ kadro, ülkeyi bir geçiş dönemine hazırlamaktan, emek ve demokrasiden; siyasal hakların güvencesini yeniden kuran bir yeni anayasal düzen hazırlığından çok uzakta. Çünkü aklını Türkiye’nin içinden geçtiği olağanüstü koşullarda yüzde 60 yüzde 40 dengesi ile bozmuş durumda. Bu nedenle HDP ile yan yana gelmeyi aklından bile geçirmiyor, bu nedenle “hayır ben daha milliyim, ben daha yerliyim” demenin ötesinde bir iktisadi programı yok. Bu nedenle, anayasaya aykırı olmasına rağmen, anayasa değişikliğine onay verebiliyor. Bu nedenle parlamentonun askıya alındığı bir dönemde parlamento dışında hiçbir varlık göstermiyor. Bu nedenle KHK rejimine tabi olmaktan başka seçeneği göremiyor, gösteremiyor.
Çünkü ülkenin yüzde doksanından fazlasını oluşturan imtiyazsız halk sınıflarının yüzde 70’inin muhafazakar-sağcı olduğundan ve böyle kalacağından emin. Böyle olunca ve daha çok dinden, daha çok milliyetçilikten, daha çok büyük devlet olmaktan söz ettiği sürece onların oyunu alabileceğini düşünüyor.
Bu minvalde eyleyen bir CHP’nin geçiş dönemine ilişkin, soldan ve hatta sağdan bir pozisyonu olamayacak. Siyasetin içine düştüğü diktatörlük kısır döngüsünün sürdürülmesinin huzursuz, sürekli torna tehdidi altında bir çarkı olarak kalacak.
HDP VE GEÇİŞ DÖNEMİ BAĞLAMINDA TOPLUMSAL HAREKETLER
7 Haziran seçimlerinde çekirdek oyunun belki de iki katı kadar oy alarak, halkın tek parti rejiminin kuruluşuna duyduğu tepkinin odağı haline gelen siyasal güç HDP ve lideri Selahattin Demirtaş oldu. “Seni başkan yaptırmayacağız” vaadini seçim koşullarında gerçekleştiren siyasal figür bugün düşman ceza hukuku altında esir. Mahkemelere dahi çıkartılmıyor. HDP ise 7 Haziran’dan önce almış olduğu pozisyonun uzağında. Üzerindeki hükümet baskısının yoğunluğunu bilenler için, buradan çıkmasının koşullarının zorluğunu dikkate almadan yorum yapmak siyasi ahlak çerçevesini aşmak olur.
HDP’nin oylarını neredeyse iki katına çıkararak, merkezin üzerinde uzlaştığı yüzdeler anlaşmasının sınırlarını aşmasının zeminini yaratan yeni bir ülke, yeni bir toplumsal sözleşme, rahat bir nefes vaadiydi. Gerçek koşullarda, gerçek, titremeyen bir ses ile sunulan bu siyasal vaat yüzde 60’ta da yüzde 40’ta da karşılığını buldu, hem de yoğun terörize etme çabalarına rağmen. Bugün üzerindeki baskının esas nedeni budur.
Bütün siyasal alanlarının kapatılmaya çalışıldığı diktatörlük döngüsünün içinde, birçok platformun ortaya çıkması ise, şu anda neredeyse hiç önemsenmeyen ama yakın bir gelecekte yaşanacak geçiş süreci bakımından çok önemli sonuçları olabilecek girişimlerdir.
Sosyalistler, sosyal demokratlar, demokratlar, insan hakları savunucuları sıklıkla bir araya geliyor, toplumsal hareketler ile fikir ve eylem ortaklıkları içinde, aslında bir geçiş dönemi politikasının nüvelerini oluşturuyorlar. Yeni anayasal kurumların, özgürlükçü bir anayasal düzenin, laik ve demokratik bir eğitimin, siyasal ve toplumsal barışın sağlanmasının, sosyal haklar ve emek mücadelesinin, KHK’ler aracılığıyla yaratılan medeni ölüm düzeninin ortadan kaldırılmasının tartışma zeminini kuruyorlar. Geçiş politikasına ilişkin arayışların bu platformlarda işlemesi, siyasal partilere kapatılan alanlara olan ihtiyacı ve bu alanların nasıl içeriklendiğini göstermektedir. Henüz zayıf ve kırılgan da olsa Türkiye’nin kapatılan siyasetinin açılabilmesini zorlayan, bakılması gereken bu demokratik inisiyatiflerdir.
YÜZDELER UZLAŞMASI AŞILABİLİR Mİ?
Çok uzattığım sözümü bitirmek için kısaca söyleyeyim. AKP Genel Başkanı iktidarını sürdürmek için her şeyi yapacaktır. İktidarını sürdürmekten başka vaadi de yoktur. Bu koşullarda, toplumsal hareketlerle ilişki kurma kapasitesini edinen, ülkede yaşayan herkese rahat bir nefes, siyasal barış, liyakat ve hakça yaşam vaat eden davalaşmış bir fikir; olağan kurnazlıkların muharriki “yüzdeler uzlaşması”nın aşılmasının tek yoludur. Bu bağlamda, “Abdullah Gül ve Erdoğan arasındaki gerilim umursanmalı mı?” sorusunun yanıtı hem evet hem hayırdır. Evet, çünkü bağlamı gösterir, hayır çünkü siyasal çözüm bu gerilimde bulunamaz.