IŞİD bitti, sıra İran’da mı?
ABD, Sünni radikalizmi tasfiye için Şiilerin desteğinden yararlanırken, İran’ı geriletmek için şimdi de Sünni bloku devreye soktu. Irak’ın işgaliyle karşılaştırıldığında çok daha düşük maliyetli olan bu siyasetin başarıya ulaşması için zamana gerek olduğunu ABD’li uzmanlar da biliyorlar. Ama Ortadoğu siyasetinin bundan sonraki ana ekseninin İran’a karşı yürütülen bu geriye sarma politikası ve buna eşlik eden gelişmeler olacağını göreceğiz.
Aralık sonunda Şiiliğin merkezi olarak bilinen Meşhed ve Kum kentinde başlayan protesto gösterileri, dikkati Ortadoğu’da bu kez İran üzerine çekti. Her ne kadar İran toplumunun, rejimin baskıcı niteliğine rağmen ciddi bir direniş kültürü varsa da, gösterilerin Trump yönetiminin İran’a karşı sertleşme siyasetini ilan etmesinin ardından gelmesi, burada ABD parmağı olabileceğini düşündürttü. Bunu şu anda tespit etmenin imkanı olmadığı için, konuya Washington’un İran politikasındaki dönüşüm üzerinden yaklaşmak daha yararlı olabilir.
BİR ANTİ-SİSTEMİK DİRENÇ ODAĞI OLARAK İRAN
Küresel sistemde hiçbir ülke ABD hegemonyasına İran ölçüsünde direniş göstermedi. Örneğin, Küba, K. Kore, Chavez sonrası Venezuela, Sudan gibi ülkeler ABD baskısı ve yaptırımlarıyla karşılaştıklarında genelde içe kapanıp savunmacı bir pozisyon aldılar. İran ise sistem karşıtı duruşunu hem ideolojik (Şii İslamcılığı) hem siyasal (otoriter, insan haklarını gözetmeyen) hem iktisadi (kendine özgü bir devlet kapitalizmi) hem stratejik (İsrail’e düşman, ABD müttefikleri için sorun ve tehdit) açıdan 40 yıl boyunca sürdürebildi. Hatta ABD’ye karşı kısmi de olsa vekalet savaşı yürütebilen tek ülke olageldi. Gerektiğinde bölgesel destekleri Suriye, Hizbullah, bazen Türkiye, gerektiğinde Batı sistemi içindeki çatlaklardan yararlanma, örneğin Fransa ve Almanya ile iktisadi yakınlaşma, gerektiğinde ise Rusya ile geçici koalisyon oluşturma yoluyla ABD’nin bölgesel planlarını engelleyebildi. Bütün bunları da kendisine karşı uygulanan yoğun uluslararası yaptırımlar sürerken yapabildi. İran’ın bölgede etkinliğini artırabilmesini bu tür pragmatik ittifaklar kadar, tabii ki sahip olduğu enerji kaynaklarının getirdiği avantaj, içeride toplumsal ve siyasal olarak Şiilik üzerinden geliştirdiği meşruiyet ve dışarıda ise zaman içinde çok iyi öğrendiği bölgesel istikrarsızlıklardan beslenme, bunları kendisine yarayacak şekilde manipüle etme becerisi sağlıyordu.
ARAP BAHARI VE İRAN’IN ARTAN ETKİNLİĞİ
Arap Baharı sürecinin çökmesi ve bölgede çatışma dinamiğinin kontrollü de olsa devam etmesi, İran’ın daha rahat hareket etmesinin koşullarını yarattı. Öyle ki, yalnızca Irak, Suriye, Lübnan gibi ülkelerde değil, Afganistan’da, Bahreyn’de, Gazze’de, Suudi Arabistan’da, Somali’de, Pakistan’da, Yemen’de, hatta Nijerya’da bile kendisine yakın grupları devrişebilmişti. Ama özellikle Irak ve Lübnan doğrudan Tahran’ın denetimindeki ülkeler haline gelmeye başladı. İran’ın bir ayağı Afganistan, öbür ayağı Basra Körfezi diğer ayağı ise Akdeniz’e ulaşır olmuştu. İran’ın desteklediği militanlar Yemen’de ve İranlı subay ve askerler Suriye’de savaşıyorlardı.
Amerikan sistemi bunu bir sorun olarak gördüğü halde önceliği Arap Baharı sonrasında biri IŞİD, diğeri Müslüman Kardeşler tarafından temsil edilen Sünni İslamcılığın bastırılmasına öncelik verdi ve İran’ın bu kazanımlarının yaratacağı olası sonuçları erteledi. Obama buna çözüm olarak bu ülkeye önce yoğun bir yaptırım uygulayıp masaya oturtmak ve sonrasında onu uluslararası sisteme açmaya çalışmak gibi bir planı denedi.
Trump başa geldiğinde tablo karmaşık olmakla birlikte, ABD’nin Ortadoğu siyasetine dair öncelikli iki sorun vardı. İlki ideolojik olarak Sünni İslamcılığın baskılanması, diğeri ise jeopolitik olarak İran’ın etkinliğini artırmış olması ki içinde Şii İslamcılığını da barındırıyordu. Müslüman Kardeşlerin tasfiye edilmesi ve IŞİD’in sahada yenilmesi Sünni İslamcılığın etkinliğini siyasal düzlemde büyük ölçüde kırdı. Bunu yaparken de ABD kontrolden çıkmamak koşuluyla, bir Sünni-Şii çatışmasını da destekledi. Şii milisler hem Suriye, hem Irak’ta IŞİD ile savaşırlarken ABD savaş uçakları IŞİD mevzilerini bombalıyordu.
ABD POLİTİKASINDA DÖNÜŞÜM
Obama’nın İran’ı entegre ederek dönüştürme ve yumuşatma politikasından rahatsız olan cumhuriyetçi ve neocon çevreler, Trump’la birlikte ABD’nin İran politikasında hızlı bir değişikliğe gittiler. Bunlar yaptırımların hiçbir işe yaramadığını, İran’ın her açıdan çok daha güçlendiğini savunuyorlardı. Dolayısıyla, Trump yönetimi Ortadoğu’da önceliğini İran’ın bölgesel etkinliğini kırmaya ve onu zayıflatmaya verdi. Fakat burada da bir sorun vardı. Çünkü Trump seçilirken ve sonrasında “Önce Amerika” sloganını kullanmıştı ve buna bağlı kalmak istiyordu. İran’ın ağırlığını kırmaya yönelik bir politika ABD’nin aktif olarak dahil olmasını gerektirecekti. O yüzden bir ara formül olarak, Nixon doktrinini çağrıştırır biçimde, bunun yükünü bölgedeki Sünni müttefiklerine yüklemeyi tercih etti. Sünni radikalizmi tasfiye ederken, Şii’lerden faydalandığı, onlara alan açtığı gibi, şimdi de Şii İslamcılığın etkisini sınırlandırmak için Sünni güçleri bir araya getirip, İran’ı zayıflatma politikasına yöneldi. Artık birçok ABD’li düşünce kuruluşunda yazıldığı gibi İran’ı “çevreleme” ve nüfuzunu “geri sarma” politikasına geçiliyordu. Bunun için de Suudi Prens Selman özel bir misyon üstlendi.
Bu politikanın ilk işareti Mayıs 2017’de Trump’ın ilk okyanus ötesi ziyaretini yaptığı Riyad’da Suudi Kralı ve Mısır Devlet Başkanı Sisi’yle birlikte verdiği ünlü “Küre pozuyla” geldi. Trump burada İran’ı terör destekçisi olmakla suçladı. Ardından 13 Ekim’de yaptığı konuşmayla İran stratejisini açıkladı ve burada da Obama’nın 2015’te yaptığı nükleer anlaşmaya karşı olduğunu yinelerken, bu ülkeyi bölgede istikrarsızlığın başlıca kaynağı olarak tanımladı.
YENİ ABD STRATEJİSİ VE SÜNNİ BLOK
İran’ın gerek kurduğu ilişkiler, gerekse bölgede sahip olduğu stratejik derinliğin (dini lider Hamaney bu kavramı kullanıyor) farkında olan ABD, İran’a karşı kapsamlı bir strateji geliştirdi. Bunun bir ayağını da kendisi üstlendi. Suriye’de kuzeyde PYD aracılığıyla, güneyde Tanaf bölgesinde ise doğrudan asker sokarak İran’ın bu ülkedeki etkinliğini kırmaya çalıştı. ABD, IŞİD’den geri alınan bölgelere İran yanlısı grupların hakim olmasını önlemek amacıyla ve biraz da savaş sonrası pazarlık gücünü artırabilmesi için PYD’yi Suriye’nin içlerine Deyr-i Zor’a kadar soktu. Ayrıca, çok sık tekrarlanan, İran’ın kendisinden Lübnan’a yani Akdeniz'e kadar kesintisiz ulaşabileceği stratejik bir hat kurmasının önüne geçmek için Suriye’nin güneyine de, muhaliflere eğitim adı altında askeri olarak yerleşti. Hatta, Mayıs 2017’de bu üsse yaklaşan Şii militanları havadan vurdu.
Bu stratejinin ikinci ayağını ise başını Suudi Arabistan’ın çektiği Mısır ve BAE’nin yer aldığı Sünni blokun oluşturulmasıydı. İsrail’in de arkasında durduğu bu blok, Haziran 2017’de Muhammed bin Selman’ın prens ilan edilmesiyle yeni bir ivme kazandı. Bu ülkeler arasındaki diplomatik ziyaretler hız kazanırken, Suudiler Mısır’a mali yardımı artırdılar, Sisi Kasım ayında, “Körfez ülkelerine yönelik tehdit bize yönelmiş sayılır” diyerek İran karşıtı cephede yer aldığını teyit etti.
MEZHEP AYRIMI YERİNE MİLLİYETÇİLİK EKSENİ
İran’ı geriletme stratejisinin üçüncü ayağı ise özellikle Irak’taki İran etkisini azaltma üzerine kuruldu. Bunun da en önemli parçası Ortadoğu’daki ana gerilim hattını Şii-Sünni ekseninden milliyetçilik boyutuna çekmekti. Şii-Sünni çatışması sonuçta Irak ve diğer ülkelerdeki Şiileri de İran’a yaklaştırıyordu. Özellikle İran’ın, Irak’taki nüfuzunu azaltmak için Arap milliyetçiliğini öne çıkarmak daha etkili bir strateji olacaktı. ABD bir yandan Irak Başbakanı Abadi’ye İran’la ilişkileri azaltması yönünde baskı yaparken, Suudiler de Irak’ı İran’ın yanından çekmek için daha atak davranmaya başladılar. Abadi son altı ay içinde iki kez Suudi Arabistan’ı ziyaret etti ve bir koordinasyon kurulu oluşturularak Suudilerin yapabileceği mali desteğin çerçevesi oluşturuldu.
Bunun yanında Irak’ta ağırlığı olan ruhani lider Ayetullah Sistani, Ammar el Hekim ve Muktada el Sadr da İran’a daha mesafeli davranmaya başladılar. Sadr, Riyad ve Abu Dabi’yi ziyaret ederken, ABD’nin etkin düşünce kuruluşu onun pozisyonunu “Irak için umut kaynağı olabilir mi?” sorusuyla raporunun başlığına taşıyordu. Sistani ve Sadr, İran’ın dini lideri Hamaney’in gönderdiği temsilciyle görüşmeyi kabul etmezlerken, yine etkili siyasetçilerden Hekim, Temmuz 2017’de İran’a yakın Irak Yüksek İslam Konseyi’nden ayrılarak kendisine yeni bir parti kurdu ve bir ay sonra ABD’nin özel temsilcisi Mc Gurk ile görüştü. Dolayısıyla, ABD’nin bir süredir istediği Abadi, Sadr ve Hekim arasında kurulacak bir ittifakla, 2018’deki seçimlerde İran’a daha yakın olan Maliki cephesine karşı bir avantaj elde etmeye çalışılacak.
Şüphesiz bu süreçteki bütün hamlelerin başarılı olduğunu söylemek mümkün değil. Suudiler örneğin, Hizbullah’a (dolayısıyla İran’a) fazla ödün verdiğini düşündükleri Hariri’yi istifaya zorladılar ama başarılı olamadılar, Ürdün’ü yanlarına çekmeye çalıştılar ama geri tepti, Filistin lideri Abbas’ı yanlarında yer alma konusunda neredeyse tehdit ettiler ama tutmadı.
Kısaca belirtmek gerekirse, ABD Sünni radikalizmi tasfiye için Şiilerin desteğinden yararlanırken, İran’ı geriletmek için şimdi de Sünni bloku devreye soktu. Irak’ın işgaliyle karşılaştırıldığında çok daha düşük maliyetli olan bu siyasetin başarıya ulaşması için zamana gerek olduğunu ABD’li uzmanlar da biliyorlar. Ama Ortadoğu siyasetinin bundan sonraki ana ekseninin İran’a karşı yürütülen bu geriye sarma politikası ve buna eşlik eden gelişmeler olacağını göreceğiz.