Erdoğan'ın yürüdüğü son sahne
Sanırım Erdoğan, Pakistan’a bakıp Türkiye’nin geleceğini, Beşir’e bakıp kendi kaderini görüyor. O yüzden çekilmek ya da sıkı bir muhasebeyle hatalardan dönmek yerine yaklaşmakta olan son sahneye savaşarak gitmeye çalışıyor. Elbette bunun içerideki seçim hesaplarıyla da doğrudan ilgisi var.
Türkiye’nin son dönemlerde sahiplendiği olaylara, kefil olduğu ülkelere, kalkan olduğu örgütlere bir bakın; hepsi sorunlu. Bu tablo Türkiye’nin üzerine yapışan kötücül etiketin iyice oturmasına hizmet ediyor. Bu etiketi, geçen aralıkta, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Herbert Raymon McMaster “Türkiye ve Katar radikal ideolojilerin yeni sponsorları” diyerek dile getirdi. McMaster adil ve dürüst bir tablo sunmayabilir ama malzeme epeyce biriktiğinden pek çok coğrafyada bu yargı paylaşılıyor.
Maalesef Türkiye bu etiketi bizzat kendisi Suriye’de selefi-cihatçı örgütlere sürdürdüğü destekle kazandı. Ve tabii her koşulda Mısır’dan Suriye’ye, Tunus’tan Libya’ya kadar geniş bir alanda Müslüman Kardeşler’in hamisi kesilmesinin payı da büyük.
Katar’ın Körfez’deki eski dostları ile yaşadığı krize taraf olurken de arka planda sergilenen bir Müslüman Kardeşler dayanışmasıydı.
Sudan’da darbeyle başkanlığı ele geçirmiş Ömer el Beşir de benzer mütalaalarla “Kardeşim” hitabına mazhar oldu. Beşir’in iktidara geldikten sonra eski İslamcı dava arkadaşlarının burnundan getirmiş olması, Usame bin Ladin gibi El Kaide unsurlarına üs vermesi, kendi iktidarı için ülkeyi kutuplaştırması ve nihayetinde Darfur'daki soykırım yüzünden Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde mahkûm olması Ankara-Hartum arasında ‘kardeşlik’ köprüsüne mani olmadı. Beşir’in ABD ile kavgasından kendi hesaplarına pay çıkartırlar ama Müslüman Arap’ın Müslüman Afrikalıya yaptığını dinlemeye asla kulakları el vermez.
Bugünlerde ABD ile gerilim yaşayan Pakistan da hiç kimseden göremediği desteği Erdoğan’da buluyor. Pek manidar: ABD Başkanı Donald Trump, Filistin’den sonra Pakistan’a yardımları kesme tehdidi savurduğunda en fazla alınan Ankara oldu. Kuşkusuz Amerikan yönetimi ‘insani’, ‘dostluk’, ‘güvenlik’ veya ‘müttefiklik’ adına sorunlu bölgelere yaptığı yardımları keserse eminim bazı müzmin sorunların çözümü kolaylaşır, halkların iradeleri üzerindeki ipotekler kalkar. Bu yardımlar ABD’ye müdahale imkânı vermekten başka bir şeye yaramadı. Ancak Trump’ın ahmaklığı ve paragözlüğü Pakistan’ın kendi günahlarına kefaret olamaz.
Pakistan bugün Türkiye’nin Suriye’de yaptığına benzer şekilde Afganistan’da yıllarca CIA’in aklı ve Suud’un parasıyla ‘cihatçı alternatifi’ destekledi. (Trump Pakistan’ı azarladığında bazı Afganların bayram etmesi boşuna değil) Ayrıca Pakistan’da siyasal İslam’ın devlet kurumlarına sirayeti bilinçli bir politikaydı. Hindistan’a karşı Pakistan kimliğinin inşası için İslamcılık kullanışlı bir araçtı ve tehlikeli boyutlarda kullanıldı. Fakat Pakistan bu politikaların bedelini yıllardır çok ağır şekilde ödüyor. Trump’a öfkelenen Pakistanlılar “El Kaide ve Taliban’la savaşta koalisyon güçlerinden daha fazla can ödedik” derken kesinlikle yalan söylemiyorlar. Fakat teslim edemedikleri hakikat şu: Bu iki örgütü de dünyanın başına bela eden süreçlerde Pakistan ‘yataklık’ rolü üstlendi. Mesela kimseyi Pakistan istihbaratının haberi olmadan Usame bin Ladin’in yıllarca Abbottabad'da saklandığına inandıramazlar.
Pakistan askeri istihbaratı Keşmir’de de Hindistan’ın başına bela etmek üzere en azılı cihatçı örgütleri eğitip donattı. Bugün Pakistan ordusu ve istihbaratında Talibanî unsurlar çok fazla. İş bu noktaya geldikten sonra bünyenin içine nüfuz etmiş bir düşmanla savaşmanın getirdiği yıkım inanılmaz boyutlara ulaşabiliyor. ABD desteğini kessin ya da kesmesin Pakistan kendi eliyle büyüttüğü urla uğraşmak zorunda.
ABD küresel bir güç olarak süreçteki sorumluluğunu kolayca unutturabiliyor ve her şey 11 Eylül saldırılarıyla başlamışçasına Pakistan’ı kendi günahlarının da keçisi yapabiliyor.
Bu örnekler Türkiye için neden önemli? Şu nedenle: Aynı ahlaksız senaryo Suriye’de tekrarlanıyor. ABD, IŞİD ve Nusra gibi örgütleri palazlandıran sürecin ana kumandasındayken şimdi faturayı yeni Osmanlı hayalleriyle ‘yataklık’ misyonunu büyük bir hararetle üslenmiş olan Türkiye’ye kesmeye çalışıyor.
Sanırım Erdoğan, Pakistan’a bakıp Türkiye’nin geleceğini, Beşir’e bakıp kendi kaderini görüyor. O yüzden çekilmek ya da sıkı bir muhasebeyle hatalardan dönmek yerine yaklaşmakta olan son sahneye savaşarak gitmeye çalışıyor. Elbette bunun içerideki seçim hesaplarıyla da doğrudan ilgisi var.
Bunca felaket yetmezmiş gibi ısrarla yeni sayfalar eklenen bu gözü kara hikâyenin kabak gibi Türkiye’nin başına patlayacağı yer İdlib. Astana sürecinde Rusya ve İran’la zoraki ortaklık, eninde sonunda Suriye ordusunun İdlib dahil bütün sınırları kontrol altına almasından başka bir şey vaaz etmiyor. Buna rağmen Ankara, Nusra Cephesi’nin (Şam’ın Fethi) diğer selefi örgütlerle birlikte kurduğu Heyet Tahrir el Şam’ın (HTŞ) kontrol ettiği İdlib’de farklı bir gündemle hareket edebileceğini sandı. Çatışmasızlık bölgesi oluşturma projesi, Astana sürecine katılanların siyasi çözümün birer parçası, katılmayanların terörle mücadelenin hedefi olmasını öngörüyor. Bu oldukça net bir hedef. Erdoğan böyle değilmiş gibi davranarak El Kaide’nin Suriye’de inşa ettiği ikinci Talibanistan’a güvence verebiliyor. HTŞ açısından Türk askerine İdlib’te yeşil ışık yakılmasının iki koşulu vardı: Hedef Kürtler yani Afrin olacaktı, İdlib’i elinde tutan güçlere yönelik operasyon yapılmayacaktı.
Halbuki HTŞ, Astana sürecini reddeden El Kaide bağlantılı bir yapı olarak garantör ülkelerin güvencesi altında değil. Rusya ve İran Türkiye’yi kendi çizgilerinde tutabilmek için İdlib sahnesindeki bu numarayı yutmuş gibi yapabilir. Ama günün sonunda o sahne karışacaktır. Nitekim Suriye ordusu 24 saatte İdlib civarında 12 yeri HTŞ’den alıp Ebu Zuhur üssüne yaklaşınca ortalık karışmaya başladı. Apar topar Ankara’daki Rusya ve İran büyükelçileri Dışişleri’ne çağrılarak Astana mutabakatının ihlal edildiği hatırlatıldı. Bunun yaklaşan 'kıyamet günü'ne bir faydasının olacağını sanmıyorum.
Belki Erdoğan bu taktiklerle İdlib’i Suriye’deki bitik hayalleri için bir koza dönüştürmeye çalışıyor. O koz Beşşar el Esad’ın kaderi ve kuzeyde özerklik inşa eden Kürtlerin geleceği ile ilgili. Bu iki konuda bir şeyler koparmadan Suriye ordusunun İdlib’e girmesini ve El Bab-Cerablus-Azez üçgenindeki Fırat Kalkanı Güçleri’ne ‘paydos’ denilmesini istemiyor. Sorun şu ki bunu El Kaide’ye kalkan olma pahasına yapmayı deniyor. Bu yeterince felaket değil mi?
Fehim Taştekin Kimdir?
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1994’te başladı. Yeni Şafak, Son Çağrı, Yeni Ufuk, Tercüman, Radikal ve Hürriyet gazetelerinde çalıştı. Muhabirlik, editörlük ve dış haberler müdürlüğü yaptı. Ajans Kafkas’ın kurucu yayın yönetmeni olarak Kafkasya üzerine çalışmalar yürüttü. Kapatılıncaya kadar İMC TV’de “Doğu Divanı”, “Dünya Hali” ve “Sınırsız” adlı programların yanı sıra MedyascopeTV ve +GerçekTV’de dış politika programları yaptı. BBC Türkçe’nin analiz yazarları arasında yer alıyor. Al Monitor ve Gazete Duvar’da köşe yazılarına devam ediyor. Kafkasya ve Orta Doğu üzerine saha çalışmaları yürüttü. “Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal”, “Rojava: Kürtlerin Zamanı” ve “Karanlık Çöktüğünde” adlı kitaplara imza attı.
Açılımda Kandil ve Suriye yok! Peki sahada olan ne? 31 Ekim 2024
Fars’ın stratejik aklı ne diyor; ‘Vur’ mu, ‘Dur’ mu? 28 Ekim 2024
Öcalan sahneye neden davet edildi? Ne tür oyunlar dönüyor? 24 Ekim 2024
Kelle koparma ya da ateşkes 21 Ekim 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI