Yerli ve milli üniversite
Fihrist makaleleri, beş sayfalık doktora tezleri, Nuh’un cep telefonu, Althusser’in baltası, intihaller, yayın ve atıf çeteleri, tez danışmanlık merkezlerine yazdırılan tezler ancak bu yerli ve milli cezasızlık ikliminde mümkün olabilirdi.
Türkiye siyasal tarihinde millileştirme süreçlerinin her birinin altında asli bir suç yatar. Çünkü millileştirme, terim anlamının, kamulaştırma kavramının aksine peşkeş çekmeyi karşılar ülkemizde. Yani tam tersi anlamında. Örneğin sermayenin millileştirilmesi üzerine bir araştırma yaptığınızda Türkiye’den kovulan Rumların ve göç yollarında katledilen Ermenilerin mülklerinin eşrafa peşkeş çekildiğini görürsünüz. Derelerin, meraların millileştirilmesi, onların köylülerin ortak kullanımından alınıp sermayeye peşkeş çekilmesidir. Millileştirme, millilik bir ilk günaha, bizi biz yapan bir suça işaret eder her zaman. “Alevi komünistlere” yönelik katliam, talan ve yağma girişimlerinde olduğu gibi, Kürt inşaat işçilerini lince girişen güruhların eylemlerinde olduğu gibi, mezarlıkları millileştirmeye girişen vatanseverlerin sloganlarında olduğu gibi. Üzerinin örtülmesinin yalnızca kutsallaştırılarak becerilebileceğine inanılan ilksel suçlar kataloğudur Türkiye’de millileştirme deneyimleri. Üniversitenin millileştirilmesi söylemi dile getirildiği anda cevap aranması gereken ilk soru, üniversitede işlenen hangi suçların kutsallaştırıldığı olmalıdır.
MİLLİLEŞTİRME İKLİMİNDE ÜNİVERSİTELER
Türkiye’nin verimli toprakları, millilik tohumlarının filizlenmesi için çok uygundur, Oğuz Atay’a göndermeyle, her mevsimde, her bölgede yetişir meyveleri. Türkiye’de girişilen her üniversite reformu küçük ya da büyük çaplı üniversite tasfiyelerini müjdelemiştir. Her askeri darbe, üniversitelerin millileştirilmesine aracılık etmiştir. Her millileştirme süreci, yerli ve milli akademik esnafı beslemiş; üniversiteyi onlara peşkeş çekmiştir. İlginç örnekler de var tabii suça ortaklık edenler bakımından; üzerinde durmayacak olsam da değinmeden geçemeyeceğim. Örneğin 28 Şubat sürecinin faillerinden, 2000-2005 yılları arasında A.Ü. Rektörü Nusret Aras’ın yardımcılığını yapan Erkan İbiş ile mağdurlarından Atilla Yayla bugün aynı suça ortak olabilmektedir. Yayla daha önce birçoğu kendisi için de imza atmış barış akademisyenine nefretini kusarken, 28 Şubat sürecinin rektör yardımcılarından Erkan İbiş, başka bir dönemde rektör olarak barış akademisyenlerini üniversiteden ihraç edebilmiştir. Tersinden aynı üniversiter mekanlar, ki bunların iki güzel örneği Mülkiye ve Boğaziçi Üniversitesi’dir, 28 Şubat süreci ve ertesinde üniversiteye girmede kıyafetin belirleyici olamayacağını savunduğu için soruşturmalara konu olurken bugün de “yerli ve milli” olmadıkları için çeşitli derecelerde üniversiteye karşı girişilen suçların mahalleri olmuşlardır.
Fakat mesele bu değil, millileştirilen suçun niteliğini doğru kavramak için suçu oluşturan eylemin neyi yarattığını kavramamız gerekir. Tasfiyeler üniversiteye karşı suçtur, fakat bu suça ortak olan hakim akademik esnafa peşkeş çekilen üniversitenin durumu, suçun asıl niteliğini kavramamızı sağlar. Bu nitelik 1930’larda farklı, 60’da, 71’de, 80’de, 97’de, 2016’da farklı nitelikte ortaya çıkmıştır.
Bugünün Türkiye’sinde millileştirilen ilksel suç, hırsızlık dahil en adi suçların millilik adına cezasızlaştırılmasıdır. Daha dün bir hükümet medyası militanı, aldığı mobilyanın bedelini ödemediği için hakkında başlatılan icra takibine karşı kendisinin cumhurbaşkanını seven bir gazeteci olduğunu söylemedi mi? Sevmeyenlerin birçoğunun mahpus olduğunu düşündüğümüzde, memleket ikliminde hiç de anlamsız değil bu söylenen. İçişleri Bakanı’nın polise verdiği işkence (onun ifadesiyle bacak kırma) talimatının anlamsız olmadığı gibi. Erkeklerin kadınlara karşı işlediği suçların, erkeklerin çocuklara karşı işlediği suçların millileştirilmesi gibi. İklimimiz çeteleşme, hukuksuzlaşma iklimidir. Dolayısıyla tarihimizin millileştirme süreçlerinin belki ilkiyle karşılaştırılabilecek bir suç potansiyelini taşımaktadır.
ÜNİVERSİTEDE YERLİ VE MİLLİ ÇETELEŞME
Bu genel yerlilik ve milliliğin üniversitede iki tezahürü var. Birincisi, eleştirel bütün fikirleri ezme, sansür ve otosansürü kurumsallaştırma. Bunları kurumsallaştırmak için yerli ve milli ihbarcıları kullanarak ‘milli ahlakı’ güvenceye alma. Üniversiteyi, fikirlerin filizleneceği eleştirel bir özgürlükler alanı olmaktan çıkararak kendine güvensiz, SBF Dekanı Kadir Gürdal’ın da talep ettiği gibi ‘devletine, milletine bağlı bir mekan’ haline getirme. Hakim akademik esnafı büyütmek için aynı mantıkla kadro taleplerini güncelleme. Bu belki de bütün darbe süreçlerinde yaşanan, aşağı yukarı birbiriyle karşılaştırılabilir nitelikte bir suç.
İkincisi ise iklimimizin yerlilik ve millilik anlayışına uygun, yani diğerlerinden niteliksel olarak farklı. Fihrist makaleleri, beş sayfalık doktora tezleri, Nuh’un cep telefonu, Althusser’in baltası, intihaller, yayın ve atıf çeteleri, tez danışmanlık merkezlerine yazdırılan tezler ancak bu yerli ve milli cezasızlık ikliminde mümkün olabilirdi.
Üniversiteye karşı bugün işlenen gerçek suç, tasfiyelerin ve üniversite içine yönelen baskıların ardından millileştirilebilen bu peşkeş sürecidir. İsme çıkarılan kadrolar, o kadroların biçimsel koşullarını sağlamak için parayla yazdırılıp ücret ödediğiniz dergilerde yayınlar makaleler, ödediğiniz ücret karşılığında ve miktarında konferanslarda sunulan bildiriler, babalar, oğullar, amcalar, dayılar, yengeler… Bütün kuralların ve kurulların çeteleşmeyi meşrulaştırmaya yöneldiği bir yüksek öğretim mevzuatıdır elimizde kalan, hem de tam manası ile yerli ve milli.