Sizin için, insan kardeşlerim!
Tanrı Kabil’in sunusunu reddedişiyle kardeş katline zemin hazırlamıştır ve suç ortağıdır. Şiddet Kabil’in Habil’i öldürmesiyle değil, Tanrı’nın reddedişiyle devreye girmiştir. Bunun yanı sıra verdiği cezayla da Tanrı başka şeylerin yanı sıra Kabil’e karşı merhametin önünü keser. Düzenbaz olan Tanrı olmasına rağmen, kötülük üzerinden tüm sorumluluk düzenin ‘mağduruna’ yüklenir.
Kötülük ve kaynağı üzerine literatürde referanslardan en önde geleni Habil-Kabil kıssasıdır. Çiftçi olan Kabil, ürettiği meyve ve sebzelerden bir kısmını Tanrı’ya sunar, ancak Tanrı bu sunuyu kabul etmez, buna karşın çoban olan Habil’in sunduğu hayvanları kabul eder. Buna öfkelenen Kabil Habil’i öldürür. Cezası büyüktür, Tanrı tarafından alnına nakşedilen mühürle öldürülmesi yasaklanır, "kim ki onu öldürecektir, ondan yedi kez öç alınacaktır" diye buyurur Tanrı. Kötülüğün kaynağı, kıssanın sunduğu üzere öfkeyle kabartılan hasetle işlenen cinayettir, diğer deyişle kardeş katlidir. Oysa kötülük başka bir edimde yuvalanmıştır.
Kabil’e yüklenen kötülük, asıl yuvalandığı yeri gizler. Gizlediği Tanrı’nın yaptıklarıdır. Tanrı’yı ve tutumunu sorgulama konusu yapmak, inananlar için tek kelimeyle ürküntü vericidir evet. Oysa ortada çok açık bir gerçek vardır. Tanrı Kabil’in sunusunu reddedişiyle kardeş katline zemin hazırlamıştır ve suç ortağıdır. Şiddet Kabil’in Habil’i öldürmesiyle değil, Tanrı’nın reddedişiyle devreye girmiştir. Bunun yanı sıra verdiği cezayla da Tanrı başka şeylerin yanı sıra Kabil’e karşı merhametin önünü keser. Düzenbaz olan Tanrı olmasına rağmen, kötülük üzerinden tüm sorumluluk düzenin ‘mağduruna’ yüklenir. Düzenbazlık, muhatabın aklının karışıklığından ve/veya cehaletinden faydalanma, onu istismar etme edimi olarak yorumlanabilir. Ya da Tanrı’nın ediminin ardında şöyle bir gerçeğin varlığından da pekâlâ söz edilebilir: Kabil’in kudretini sezen Tanrı bundan korkmuştur ve onun sunusunu reddederek kendi ‘zayıflığını’ gözlerden saklamış, cezasıyla zayıflığını güce dönüştürmüştür. Ancak sonuç değişmeyecektir: Hangi yorumu seçersek seçelim ortada bir istismar vardır ve her ikisi için de ortaya çıkan gerçek, sorumluluğun devredilemez oluşundan öncelikle ve asıl olarak Tanrı’nın yan çizmesidir.
Tanrı’nın kendini sorumluluktan azade kılabilmesi, sorumluluk karşısında, çoğu kere laf kalabalığıyla bahaneler üretmenin, hile ve üçkağıda tevessül etmenin önünü açan bir edimdir. Çelişik gibi görünse de burada çok önemli bir şey daha vardır; o da, sorumluluğu üstünden atarken emir ve itaat marifetiyle iktidarın talep edilmesidir. Kudret sahibi olanın değil, asıl olarak zayıflıktan mustarip olanın arzulayacağı sınırsız sorumsuz yetki talebi. Zaten her iktidar arzusunun kılcal damarlarında çöreklenmiş böyle bir yan yok mudur?: ‘Sorgusuz sualsiz her istediğim şeyi yapabilmeliyim! Ne yaparsam yapayım itiraz etme, bana boyun ey! Hele bir karşı çıkmaya gör! Torbam bahanelerle, hile ve düzenle dolu!’ Ve bu, güce tahvil edilen zayıflığın, her birimizi homo sacere dönüştürmeye çalışan iktidar düzeneğinin resminden başka bir şey değildir.
Bu kıssanın ortaya çıkardığı gerçek, öncelikle tanrısal edimin a priori bir aklanma teklifi sunduğudur. Ve kabul etmek gerekir ki çok kışkırtıcıdır. Ram olup yoluna girmiş olanlar bir yana başkalarına zarar vermeden yaşamanın karşılığını görmeyen, sorumluluk üstlenmenin yarattığı hayal kırıklıklarına gark olmuş pek çok kişi için de kolayına göz ardı edebilecek bir teklif değildir bu. Her türden sorumluluktan azade olmanın yarattığı çekicilik baş döndürür, iktidar vaat eder gibi görünüp zayıflığın çağrısı olduğunu gözlerden gizler. Rüzgârına kapılıp gidildiğinde tuzağa düşmüşüzdür çoktan. Kudretimizden eser kalmamıştır. Primo Levi’nin Bunlar da mı İnsan?, Boğulanlar Kurtulanlar eserlerinde tasvir ettiği “insan-altı” dediği ‘yaratıklara’ dönüşmüşüzdür.
Aklanma teklifinin pek çok kereler ‘bizim iyiliğimiz için’ önümüze sürüldüğünü de göz ardı etmemek gerek. Bizim yerimize bir şeyler yapılmıştır, ama bizim iyiliğimiz için; bizim yerimize karar verilmiştir, çünkü bizi yükten kurtarmak istemişlerdir. Ve o kadar emindirler ki bize iyilik yaptıklarından ve dahi iyi birer insan olduklarından. Adı incelik olur, nezaket olur. Acı olan bizim buna kani olmamızdır. Hoşumuza gider, kendimizi değerli ve önemli de hissederiz üstelik. Oysa devre dışı kıldıkları ve reddettikleri kudretimizdir. Ve tabii kudret katlinin suç ortağı oluşumuzu akla getirmeyiz. Mezar taşlarının harcı, kelepçelerin zinciri, idam sehpasının urganı bizim marifetimiz olmuş fark etmeyiz. Ta ki iyiliğimiz diye öne sürülenden şüphe etmeye başladığımız ana kadar. Nasıl bir an mıdır bu? Vermeye kalktığımızda, verdiğimiz küçümser nazarla karşılandığında artık iyilik denilene şüpheyle bakmaya başlarız, "iyiliğiniz buysa istemiyorum iyiliğinizi" demek mümkündür artık. Kötülüğü üstlenebilme cesareti için umutvar bir adımdır üstelik.
İyilikten maraz doğar diyerek yola revan olmak değildir bütün bunlar. Mesele kötülüğü üstlenebilme ve bedelini ödeyebilmedir. Tanrı’nın sarfı nazar ettiğini sahiplenebilmedir. Kabil’in mührünü taşıyabilmedir. Tıpkı Herman Hesse’nin Demian’ının tavrındaki gibi. Bütün çekiciliğine, kışkırtıcılığına rağmen aklanma teklifine kanmama yönünde gayret göstermektir özetle.