YAZARLAR

Ben buradayım ey temsilcim, sen neredesin?

Parlamentonun önüne kadar gelmiş bir işçiye başka kapıyı göstermek, siyasetin sıkıştırıldığı 'nutuk' alanının, lafzi alanın ne kadar etkisiz olduğundan başka bir şeyi göstermez. Üstelik o işçi kendisini yakmışsa, sınıf yangınından ne kadar uzak olduğunuzun ilanı haline gelir sözleriniz. “Bu işin fıtratında var”, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” sözlerinin muktedir kalpsizliği yankılanır dilinizde, hiç istemeseniz de…

Afganistan’dan gelmişti Muhammed İslam, 25 yaşındaydı. Memleketlisi Tosif 20 ve Pakistan’dan gelen Asad 19 yaşında. Beylikdüzü Yakuplu’da bir konteynerde kalıyorlardı. Kağıt toplayarak geçiniyorlardı. Kaldıkları yer yandı. Yanarak öldüler. Muhtemelen kaldıkları konteynerde kullandıkları elektrikli soba yüzünden.

ATEŞTEN KAÇARKEN ATEŞE TUTULMAK

İşçinin ölümüne bahane mi yok? Muhtemelen sigortasız, karın tokluğuna çalıştırılıyorlardı. Muhtemelen buralardan bir yerlere, Batı ülkelerinden birine gitmeyi düşlüyorlardı. Ülkeleri, o gitmeyi hayal ettikleri ülkeleri yönetenlerce tarumar edilmiş, yangın yerine çevrilmiş üç insan. Ateşten kaçarken ateşe tutulmak hiç de az görülen bir kader değil hayalet ulusun üyeleri için. 'Yurtiçi'nden de olsa, dışından da olsa böyle. Hayalet ulus, neoliberal politikaların ürettiği yoksulluğun mahkumları. Muhammed İslam, Tosif ve Asad ateşten kaçıp ateşe düşen ne ilk son işçiler. Altı yıl önce, 12 Mart 2012 pazartesi günü Esenyurt’ta bir AVM inşaatında çalışan işçilerin kaldığı naylon çadır yanmış, 11 işçi yanarak ölmüştü. Van depremzedesiydiler. O AVM’nin açılışında kuyruk oluşmuştu, yananların ailelerine ne oldu, bilen var mı? Kaderleriyle ilgilenen kimse oldu mu? Yoksul yanar. Ateş yakındır yoksula.

Konteynerde yangın: 3 işçi öldüKonteynerde yangın: 3 işçi öldü

YANAN BEDENE ADRES GÖSTERMEK

Ankara’da dün TBMM binasının önünde bir kişi, geçinemediğini söyleyip kendisini ateşe verdi. Polisler müdahale etti, alıp hastaneye götürdüler. Ateş ona gelmemişti ama o ateşi yanına almıştı. Ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu bugün CHP İstanbul İl Kongresi’nde, yani iyi hazırlanmış olması gereken bir nutuk içinde sözünü etti, “işçi kardeşim” diyerek. Etti ama etmez olaydı dedirtecek bir tuhaflıkla: "Bir gencecik vatandaşımız üzerine akaryakıtı döküyor kibriti vuruyor. Gazetelerin birinci sayfasında bile yer almadı. O işçi kardeşime söyleyeyim Meclis'e niye geldin? Git sarayın önünde yak. O zaman diyecek ki 'Beni çok seviyor kendisini ateşe verdi."

Nutkun tamamında, ülkenin ne kadar kötü halde olduğunu anlatıyor, Nazi Almanyası benzetmesi yapıyor, lafı “işçi kardeş”e getiriyor, medyanın haberi vermemesini eleştirel delil olarak ifade ediyor ve sonra, birdenbire, “Git kendini sarayın önünde yak” diyor. Niye? Çünkü Meclis’in fonksiyonu pek kalmamış. O da “saray”ı gösteriyor, yani “işçi kardeş”in geçinememesinin siyasal sorumlusunun ikamet yeri. Cumhurbaşkanlığı külliyesi.

TBMM önünde kendini yakan inşaat işçisi: Cebimde sadece 5 lira vardıTBMM önünde kendini yakan inşaat işçisi: Cebimde sadece 5 lira vardı

Sahiden, kendisini yakmış birine nasıl adres gösterilebilir? Akıl almayan bu söz nasıl kolayca ağızdan çıkar. Üstelik aniden gelişmiş serbest bir konuşma değil bu, hazırlık sürecinde birden fazla becerikli metin yazarı ve siyasetçinin üstünde çalıştığı bir nutuk. Hal böyleyken bu izan kayması nasıl mümkün?

Cevap, siyasetin aldığı halin içinde: Malum, iktidar heyeti “yeni bir Türkiye” kuruyor, sistem hızla değişiyor, değişikliğin sınırları sistemle de yetinmeyecek gibi, rejim ve giderek devlet tümden yenileniyor. “Yeni bir devlet kuruyoruz” lafı boş değildi. Bu ölçekte değişikliklerin ihtiyaç duyduğu şiddet ve yol açtığı adaletsizlik eşliğinde yürütülüyor prosedür. Parlamentonun işlevsizleşmesi, yargının “demokrasi” iddialı yapılarda görülmeyecek ölçüde araçsallaştırılması ve elbette niteliksizleştirilmesi, güçlerin tek merkezde toplanarak kuralsızlaştırılması “olağan hal”imiz. İki parti (AK Parti/MHP) ittifakıyla yürüyen süreçte bir parti (HDP) olağanüstü hal mantığının kemendiyle imha edilmek istenirken, “ana muhalefet” ve “iktidar” arasında laf salvoları olan bitenin içinde kesintisiz gözlediğimiz bir vaka.

NUTUKLARA MAHKUM SİYASETİN SONU

Ana muhalefet, kendi oylarıyla işlevi güdükleştirilen Meclis’ten başlayarak, tüm kurumların nasıl tarumar edildiğini dile getirip duruyor, “diktatör” sıfatı eşliğinde, Nazi analojilerini her fırsatta kullanarak. Sert, öfkeli, etkileyici laflar söylemenin mecbur olduğu bir tür münazara var sanki. Kendi programını kesintisiz biçimde uygulayarak yapısal değişiklikleri peş peşe gerçekleştiren iktidara karşı, yaptığının ne kadar kötü olduğunu söyleyen bir muhalefet. Kendisine kurucu iktidar rolünü verdiği bir senaryoyu aksatmadan uygulayan iktidara karşı, durmuş oturmuş bir yapının bildik söz merkezli siyasal tutumunu sürdüren bir muhalefet. Uygulanan diktatörlükse, gelen Naziler ise, yapılan “tüm cumhuriyet değerlerinin yıkımı” ise cevap sadece parlak nutuk arayışıyla mı verilir? Fakat, iktidarın siyaset alanını iyice daralttığı bir ortamda, bu darlığı kabullenmekten başka bir şey yapılmamışsa, sözden başka enstrüman kalmaz elde. İddialar (diktatörlük, Nazi) ile itirazlar (nutuk) arasındaki uçurum, nutukların gün geçtikçe saçma hale gelmesinden başka sonuca yol açmaz. Sözün şehveti, gerçeğin yakıcılığı karşısında absürtlükten başka şans bırakmaz.

Kendini yakmaya girişen adam, bedenlerini ölüme yatırmış Nuriye ile Semih, boyun eğmemesinin bedeli olarak hapiste kalmayı hiçe sayan Ahmet Şık gibi isimleri alkışlayarak, onlara akıl öğreterek, onlara hedef göstererek varılabilecek siyasi hiçbir menzil yoktur.

Kimseye önerilemeyecek eylemler, desteklenmesi değil yapılmasına yol açan koşulları ortadan kaldırmaya çalışılması gereken eylemler, parlak sözlere değil, acının ve çaresizliğin hissedildiğini ve çare arayışında yalnız olmadıklarını gösteren jest ve eylemlere ihtiyaç duyan eylemler, lafzi siyasetten başka siyasal enstrüman üretemediğiniz zaman, sizi kolayca hedefinizin tam tersine yerleştirebilir: Kemal Kılıçdaroğlu, Adalet Yürüyüşü ile girdiği yoldan, o yürüyüşe yol açan parlamentonun hiçleştirilmesine destek verdiği günlerdeki lafzi ve statükocu siyasete çok çabuk döndüğü için akıllara durgunluk verecek bir lafı kolaycana söyleyiverdi. En özetle, siyasetin sadece etkisiz nutuklara sıkıştırılmasına razı geldiği için. Kendini yakma, açlık grevi/ölüm orucu gibi bireysel yıkımı siyasal alanda sonuç almak için araca çeviren eylemler, elde candan başka imkân kalmadığını gösteren, önerilmesi, onaylanması, desteklenmesi, teşvik ve tavsiye edilmesi mümkün olmayan eylemlerdir. Siyasal bir hareket, hele 100 yaşına yaklaşan kurumsallıkta bir parti için, bu eylemlere yol açan koşulları değiştirmeye yönelik politikalar üretme borcu vardır; bu eylemlere hedef gösterme, bu eylemleri yapanlara akıl verme gibi işler, borçtan kaçma demektir. O kendini yakan adam nerede, hangi hastanede, ailesi, eşi dostu, çoluk çocuğu ne durumda, bunun araştırılmasına girileceğine, başucuna gidilip “Yapma kardeşim, insan kendisini yakar mı, biz daha ölmedik” mesajı verileceğine, siyaset nutuk atmaktan başka bir şey değilmiş gibi nutuk süsüne çevrilirse, olacağı budur. Lafzi siyasete teslim olursanız, maden faciası vesilesiyle “Bu işin fıtratında var”, şehit haberi üzerine “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” gibi kalpsiz iktidar sözlerinin yankısı gelir sizi bulur, hiç istemeseniz de.

“Emekçi” deyince iktidarı öyle diyene teslim edecek bir büyülü formül yok, “Emekçi kardeşim” deyince siyasi ve ahlaki yükümlülüğünüzü bitiren, sizi sosyal demokrasi şampiyonu yapan bir siyasal icat da yok. Parlamentonun önüne gelmiş işçi, parlamentonun hala bir şansı olduğunu gösterir, “Ben buradayım ey siyasetçi, sen neredesin” demektir, cevap keşke başka türlü olsaydı.