‘İki adım geri bir adım ileri’ derken bu durağa vardık
Konumuz tabii ki iki tutuklu meslektaşımızın AYM’ye başvurusu, başvurunun olumlu bir kararla sonuçlanması ve hemen ardından iki ağır ceza mahkemesinin bu kararı tanımaya yaklaşmamasıdır. Yani kısaca, AYM’nin “iki geri” adımdan sonra attığı “bir ileri” adıma ilişkindir.
Bilindiği gibi, Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında Anayasa Mahkemesi’nin hukuk sistemimizde kendisine yer bulması gecikmemişti. İkinci savaştan önce sadece Avusturya’da karşımıza çıkan bu kurum on yıl içinde Avrupa ülkelerinin büyük bölümünde işlemeye başlamıştı.
Türkiye bilindiği gibi adını AYM olarak kısalttığımız bu kurumla 61 Anayasası dolayımı ile tanışmıştır. 27 Mayıs 1960 ve AYM’nin bu birlikteliği insanı gülümsetmiyor mu? Ülkede bir askeri darbe yaşanmış, darbe ile alaşağı edilen hükümetin başbakanı ve bakanları adı “Yassıada Duruşmaları” olan bir yargılama komedisi / trajedisi sonucunda idam edilmiş, ipten kurtulabilenler de ağır hapis cezalarına çarptırılmış... Ama bu askeri yönetim, hukuk hocalarına yazdırdığı anayasa taslaklarına “Anayasa Mahkemesi” gibi bir kurumu yerleştirmeyi ihmal etmemiş... 27 Mayıs’ın hukuk tanımaz düzeni temel hak ve hürriyetlerin savunucusu niteliğindeki bir mahkemeyi ülkeye/topluma armağan ediyor!
AYM’nin bu son derece çelişkili bir ortamda neşet etmesinin toplumun çok önemli bir bölümünün tepkisini çekmesi tabii idi. (1961 Anayasası’nın seçmenlerin ancak %60’ının “evet”ini alabildiğini hatırlayalım.) Nitekim AYM de giderek, 27 Mayıs acısını unutmayanların temsil edildikleri siyasi partilerin hasmı durumuna düşmüştü. AYM’nin bugüne kadarki seyir defterini biraz olsun karıştıracak olursak bu kurumun demokrasilerde ifade ettiği anlam ve rolü taşıdığını söyleyebilmek imkânsızdır. Kurumun doğum tarihi insanı gülümsettiği gibi, kurumun sonradan -hem de yılmadan!- sürdürdüğü hukuk/adalet anlayışı da sağduyusunu kaybetmemiş her insana “Aman eksik olsun!” dedirtmiştir. “İslamcısı”, “Kürt”ü, “Solcu”su aklınıza “farklılık” peşinde koşan hemen her kesim AYM’nin “hukuk” duvarına çarpıyordu. AYM’nin kapısına kilit vurduğu birbiriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan siyasi partileri hatırlayın.
Söylediğim gibi yani: AYM’nin Türkiye’de uzun bir tarihi var. Ancak bu tarihin iç açıcı olduğunu asla söyleyemeyiz. 27 Mayıs askeri darbesiyle doğan, ülkenin anayasası olmadığı 12 Eylül döneminde “Anayasa Mahkemesi” sıfatıyla ortada dolaşabilen, birkaç yıl önce iktidar partisinin kapısına kilit vurmasına çok az (yanılmıyorsam sadece 1 karşı oyla) kalmış olan bir kurumun aynı adı taşıyan benzerlerinin demokrasilerde üstlendiği rolü ve ödevi yerine getirebilmesi mümkün mü?
AYM’nin kendisini tamamen “usul”e hasredip, “esas”a girmekten şeytan görmüş gibi kaçmasının bir örneğini yakın zamanda bu ortamda “Demirtaş kararı: Anayasa Mahkemesi “PKK tarihi”ni iyi çalışmış” başlığı altında anlatmaya çalışmıştım. Nasıl bir akıl yürütme, nasıl bir müzakere biçimiydi bu? Bir anayasa mahkemesi “iki adım geri bir adım ileri” tarzında bir “yol haritası” benimsemesinin kendine de topluma da en ufak bir hayrı olmayacağını bilmesi gerekirdi. Bir anayasa mahkemesi için zorunlu olan tutarlı bir özgürlükçü tutum ortada yoksa, günü geldiğinde onun da kapısına kilit vurulmaya çalışılacağı aşikârdır. Bugün Şahin Alpay ve Mehmet Altan’ın bireysel başvuru dosyalarının yol açtığı ve nereye varacağı henüz belli olmayan süreçte karşımıza çıktığı gibi. Özetle “Demokrasiyi yaşatmayı unutma ki, sen de yaşayabilesin!”
Görüldüğü gibi konuya henüz giremedim!.. Konumuz tabii ki iki tutuklu meslektaşımızın AYM’ye başvurusu, başvurunun olumlu bir kararla sonuçlanması ve hemen ardından iki ağır ceza mahkemesinin bu kararı tanımaya yaklaşmamasıdır. Yani kısaca, AYM’nin “iki geri” adımdan sonra attığı “bir ileri” adıma ilişkindir.
Ancak bu önemli karar ve sürecin değerlendirilmesini biraz erteleyerek gazeteci arkadaşlarımızın dosyalarıyla aynı gün karara bağlanan bir başka “bireysel başvuru”ya ilişkin AYM’nin vardığı kararı gözden geçirmek istiyorum.
Bu “bireysel başvuru”yu yapan kişi 2011-2015 yılları arasında AYM başkanvekili olarak görev alan Alparslan Altan. Biraz karıştırınca bu üyenin AYM üyeliğine seçilme sürecinin epeyce tartışmalı geçtiğini de öğreniyoruz. AYM’de raportör olarak çalışan Altan’a o günlerin koşulları çerçevesinde (2010’dan önce raportörler AYM üyeliğine atanamıyordu) AYM üyeliğine atanamadığı için bir “üst görev” bulunuyor. Bu görev o günlerde Ulaştırma Bakanı olan Binali Yıldırım’a bağlı Denizcilik Müsteşarlığı’na Müsteşar Yardımcısı makamıdır. Bu yeni görevinde bir ay kalan Altan, gecikmeden AYM’ye “yedek üye” olarak atanıyor... Sonrasında da anayasa değişikliği referandumunun sağladığı avantajla (üye sayısının arttırılması) önce “üye” sonra da “başkan vekili” sıfatlarını kazanıyor. Altan’ın bu epeyce dolambaçlı atanma sürecinde ana muhalefet partisinin dile getirdiği itirazları da atlamayalım. Mesela Kılıçdaroğlu’nun şu sözleri: “Eğer siz Anayasa Mahkemesi gibi hiçbir şaibenin bulaşmaması hiçbir kara noktanın olmaması gereken bir kuruma atanıyorsanız, belli kişilerin beklentilerine paralel olarak belli makamlar size ikram edilerek o kapı aralanmışsa o mahkemeye ve mahkemenin üyelerine gölge düşürürsünüz. Bu sayın üyenin yapması gereken tek şey, eğer onur ve ayıp denilen iki kavramı biliyorsa, bu kavramların gereği olarak görevinden derhal çekilmek zorundadır. Yarın kendisi Anayasa Mahkemesi üyesi olduğunda kendisine müsteşar yardımcılığı koltuğunu ikram eden sayın Binali Yıldırım’ın davası geldiğinde nasıl tarafsız kalabilecektir.”
Eveeeet, binbir güçlükle AYM üyeliğine atanabilen Alparslan Altan, bugün “FETÖ”den tutuklu ve “bireysel başvuru”su yakın zamana kadar başkanvekili olduğu mahkeme tarafından kabul görmüyor… Mahkemenin hakkında verdiği karar metnini okudum. Tahmin edeceğiniz gibi fazla “resmi” bir dil ve üslûp hakim. Altan’ın “Anayasa Mahkemesi üyesi olması nedeniyle hakkında ancak Anayasa Mahkemesince soruşturma ve kovuşturma yapılabileceğine, bunun istisnasını oluşturan ağır cezalık suçüstü halinin ise somut olayda söz konusu olmadığını, dolayısıyla yapılan işlemlerin usul kurallarına aykırı olduğunu” itirazına -tahmin ettiğiniz gibi- iltifat edilmemiş, diğer dosyalarda da karşımıza çıktığı gibi “sulh ceza hâkimliği” adı ile anılan nevzuhur mahkemenin tutanaklarına gönderide bulunmakla yetinilmiş.
Alparslan Altan, “FETÖ'CÜ” müdür, değil midir; “FETÖ'CÜ” ise hangi türdendir; ortada “ağır cezalık” bir suç var mıdır, yok mudur? Altan’ın -biraz önce özetlediğim- gerçekten çok kararlı bir ısrarla AYM üyeliğine getirilmesi hangi acil ihtiyaçtan kaynaklanmıştır?... v.s.
Takdir edersiniz ki bu soruların cevabı bende yok. Beni şaşırtan husus, dört yıl başkan vekilliğini üstlenen bir üyelerinin “bireysel başvurusu” üzerine karar veren heyetin sergilediği gerçekten olağanüstü “soğukluk”… Bakın mesela: Altan’ın gözaltı ve tutukluluk döneminde “kötü muamele” gördüğünü dile getirmesi AYM’nin kararında bakın nasıl yorumlanıyor:
“Bu bölümdeki iddialar bir bütün olarak değerlendirildiğinde başvurucunun yakalandığı andan itibaren kamu görevlilerinin kendisine kötü muamelede bulunduğundan şikayetçi olduğu görülmektedir. Başvurucu, gözaltında tutulma koşullarının yetersizliğinden bahsetmişse de bu kapsamda maruz kaldığını ileri sürdüğü kötü muamelenin kamu görevlilerinin kasıt ve/veya ihmalinden mi yoksa salt tutulma koşullarından mı kaynaklandığını açıkça belirtmemiştir. Dolayısıyla söz konusu iddiaların Anayasa Mahkemesince doğrudan incelenebilmesi için yeterli bilgi ve belge bulunmadığı anlaşılmıştır. Bu bağlamda somut olayın koşullarının, başvurucunun anılan iddialarının kamu görevlilerinin kasıt ve/veya ihmalinden kaynaklanıp kaynaklanmadığına dair adli ve/veya idari bir soruşturmayla ortaya konması gerekmektedir. 5. Kötü muamele yasağının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,”
AYM’nin Altan kararında kaleme aldığı şu satırlar da gerçekten can sıkıcı:
“Darbe teşebbüsü sırasında ve sonrasında ülke genelinde Cumhuriyet başsavcılıkları tarafından, darbe girişimiyle bağlantılı ya da doğrudan darbe girişimiyle bağlantılı olmasa bile FETÖ/PDY ile bağlantılı olan ve aralarında yargı mensuplarının da bulunduğu çok sayıda kişi hakkında soruşturma başlatılmıştır. Bu kapsamda teşebbüsün savuşturulduğu gün Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca -aralarında yüksek mahkeme üyelerinin de bulunduğu- üç bine yakın yargı mensubu hakkında FETÖ/PDY ile bağlantılarının bulunduğu iddiasıyla başlatılan soruşturmada bu kişilerin büyük bölümü hakkında gözaltı ve tutuklama tedbirlerine başvurulmuştur”
Dikkatinizden kaçmasın, karar “üç bine yakın yargı mensubu hakkında…” diyor
Nerede o “tek Devlet”?
Yazıyı AYM’ye ilişkin beğendiğim bir küçük alıntıyla noktalayalım:
“Bu kurumun kendisinden beklenen faydaları doğurabilmesi, büyük ölçüde, Anayasa Mahkemesi’nin bugüne kadar sürdürdüğü resmî ideolojinin koruyucusu hüviyetinden uzaklaşıp, birey hak ve hürriyetleri eksenli bir yaklaşımı benimsemesine bağlıdır. Aksi halde, bireysel başvuru hakkının tanınmasının götürüleri, getirilerinden daha çok olabilir.”
“Resmi ideolojinin hangisi” diye sormadan tabii ki!
Hep aynı türkü ve Politik Ekoloji'nin yokluğu 29 Mayıs 2018
'Cumhur İttifakı' eşittir 'Millet İttifakı' 07 Mayıs 2018
'Gaz kullanımına ilişkin bu isteksizliği anlamıyorum' 21 Nisan 2018
‘Adalet Tanrıçası’ onasa da Çomak’ı unutmamalıyız 11 Nisan 2018 YAZARIN TÜM YAZILARI