Şehitlik makamındaki hakikat
Şehitlik insan varlığının en uç düzeyde araçsallaştırılmasıyla ilgili bir siyaset unsurudur. Bu siyaset, insan bedenlerinin ve bu bedenlerden oluşan halk topluluklarının imhasıyla ilgili bir ölüm siyasetidir.
Şehitlik, büyük heyecan yaratan bir kavram. İnsanlarda çok güçlü duyguları harekete geçirebilir. Bu gücünden ötürü de herkes tarafından paylaşılan bir değer konumunda. Belki de paylaşılamayan, kimsenin başkasına bırakmak istemediği bir mertebe demek daha doğru olur. Çünkü birbiriyle çatışan taraflar, savaşma nedenleri ne olursa olsun, şehitliğin değeri konusunda hemfikir. Bazen ürkütücü bir görünüm alan bu fikir birliği yüzünden siyasetimiz sık sık şehitlik mantığının hâkimiyeti altına giriyor. Aslında şehitlikten söz ederken çoğunlukla bir başkasının ölümü üzerine ahkâm kesiliyor. Ama bu durum, ölümün bir insan hayatını sürdürecek şekilde gündelik yaşama sızmasına engel olamıyor. Yani şehitlik, etkisini ölüm karşısındaki genel tutumumuzla bir kıyaslama içinde kazanıyor. Bu da bizi evvela ölümün hayat üzerindeki genel etkisi üzerine düşünmeye sevk ediyor.
Ölülerin “aramızdan ayrıldığına”, yani dünyadan el çektiklerine inanırız. Oysa dünyayı sadece diriler değil, ölüler de yönetir. Ölüler diyarı, hayat üzerindeki hükmünü değişik yollarla icra eder. Kurumlar, kurallar ve semboller bu hükümranlığın araçları arasındadır. Bunların hepsi onları icat edenlerden çok daha uzun bir hayat yaşar ve sonraki dönemlere etki ederler. Böylelikle önceki kuşakların terekesi derhal varislerin hesabına yazılır. Zamanın tek bir anının bile devletsiz geçirilebileceği düşünülmemelidir. Aksi takdirde devletin dokusundaki bütün boşluklar açığa çıkacaktır. Bu endişeyi, “Devlette süreklilik esastır.” görüşüyle ifade edenler biraz kolaya kaçmaktadır. Asıl önemli olan süreklilikte devletin esas olduğunu görebilmektir. Süreklilik sayesinde eskilerin deneyim ve bilgileriyle bulunan çözümler, bugünün devleti için ortak hayat üzerinde hâkimiyetin teminatı haline gelirler.
Hiç çekinmeden devletin yaşayanlar ile ölüler arasındaki zımni bir sözleşme tarafından daim kılındığını söyleyebiliriz. Bu sözleşmeden doğan borçlar, sürekli omuzlarımızın üstünde taşıdığımız devasa bir yüktür. Şehit payesi verilmiş ölülere olan borcumuz ise sırtlandığımız bu yükün en ağır kısmını oluşturur. Bunun nedeni, şehitliğin ölüm karşısındaki genel tutum açısından bir istisna teşkil etmesidir. Mesela İslamiyet’te şuna inanılır: “Her nefis ölümü tadacaktır.” El hak bu doğrudur! Dünya kimseye kalmayacaktır. Ancak burada faniliği hatırlatan bir ihtardan fazlası olduğu da gözden kaçmamalıdır. Herkes için geçerli olan, hiç kimsenin özel kılınmasına izin vermez. Ölümün insanı bir ölü olarak sıradanlaştıran, diğer ölülerle eşit kılan bir yanı vardır. Bu yüzden, tüm ölüler rutin bir izleğe bağlı kalınarak yıkanıp kefene sarıldıktan sonra mezarlığa gömülürler.
Ne var ki şehitler bu rutinin dışına çıkarılmıştır. Şehitlerin bedeni yıkanmaz, bedenin zaten yaralarından akan kanla temizlendiği düşünülür. Onlar kendi kıyafetleriyle gömülür, çünkü kefen giydirilirlerse kıyafetlerle birlikte şehitliğin delili olan kan lekelerinin de ortadan kalkacağından korkulur. Hâlbuki kıyamette herkes diriltildiğinde şehitlerin ayırt edilebilmesi için bu kanıtlara ihtiyaç duyulacaktır. Şehitler cennetteki garantili konumlarını bu sayede koruyabileceklerdir. Görünen o ki, şehitlere tanınan imtiyazlar ölüler diyarında ikamet eden başka hiçbir gruba tanınmamıştır. Bu yüzdendir ki şehitlik, inançlıların gözünde yüksek bir ideal ve güçlü bir arzu halini alabilmiştir. Şehitliğin, herkese nasip olmayacak bir mertebe veya makam olarak kabul görmesinin kaynağını burada buluyoruz.
Kesin olan bir şey var: Şehitlik, ölümün sıradanlığını bozuyor ve ölüye fazladan bir değer katıyor. Bu özellik onu sadece İslam’a özgü, hatta dine özgü bir tutum olmanın da ötesine geçiriyor. Şehitliğe duyulan ilgi, ister dini olsun ister dünyevi, genel olarak inanç sahibi olmanın doğasından kaynaklanan bir eğilimi işaret ediyor. Her inanç sistemi insani deneyimin sınırlarını aşan bazı hakikat iddiaları ileri sürer. Bu iddialar gözlem ve deneyim alanının dışında olduğundan akıl yoluyla sınanabilir değillerdir. İnanç sistemlerini sürekli bir ispat ihtiyacı içinde buluyor olmamızın nedeni budur. İspat ihtiyacını karşılamanın, akıl dışında etkili ve makbul olabilecek tek yolu ise tanıklıktır. Tanık, tanım gereği, bizim deneyimimiz dışındaki şeylerin bilgisine sahip olan kişidir. Şehitlik mertebesindeki hakikatin zeminini böylesi bir tanıklık deneyiminde araştırmamız gerekiyor.
Şehit kelimesi, Arapçadaki şahit kelimesiyle aynı kökten gelir. Birçok Batı dilinde de şehitliği anlatan kelime, tanık anlamına gelen eski Yunanca “martus” teriminden türetilmiştir. İsimler nesnesiyle uyumlu olsun diye verildiğine göre, şehit olmakla tanık olmak arasında bir bağ kurulduğu açıktır. Bu bağı ilk bakışta görmek çok da kolay olmayabilir. Ama insanların kendi inançlarının gerekleri konusunda samimi olmasının temel bir geçerlilik testi olduğunu sanırım herkes kabul edecektir. Bir inancın doğruluğu, onu olması gerektiği gibi öğrenen ve uygulayan kişilerin davranışlarına bakarak “sınanır”. Yaşamını bir inancın gereklerini hayata geçirmeye adamış olan bireylere yönelik merak ve ilgi buradan kaynaklanır. Çoğu kişi, inançlı insanların yaşamlarını, onların ideallerini doğrulayan bir “tanık ifadesi” gibi değerlendirmekte hiçbir sakınca görmez.
Bu açıdan, inancının değerini yadsımaktansa canını feda etmeyi göze almış kişiler ideal ve saf bir tanık olarak görülürler. Kısacası şehit, bir iddianın doğruluğu konusunda hiçbir tereddüt taşımadığından emin olabileceğimiz tek kişidir. Ancak burada şehit olmanın mantığına içkin olan yaman bir çelişkiyle karşılaşırız. Tanık sadece belli bir olayın bilgisine sahip olan kişiyi anlatmaz. Aynı zamanda bu bilgiyi bize aktaran kişinin sıfatıdır. Mahkemede tanıklık yapan kişi, bu durumun somut bir örneğini oluşturur. Tanık, mahkemede diğer insanların gözlem ve deneyim alanı dışındaki bir bilgiye sahip olduğu için dinlenir. Daha sonra ifadesi maddi deliller ile aklın sınamasına tabi tutulur. Oysa şehitlik durumunda bu ikinci aşamaya, yani iddiaların nesnel deliller ile sınanması aşamasına, tanık öldüğü için geçmek mümkün olamaz. Şehit, tanık olduğu gerçek hakkında konuşamayacak olan bir tanıktır.
Sanki, suç örgütlerine özgü olan “En iyi tanık ölü tanıktır.” ifadesi bu paradoks ile doğrulanıyor gibidir. Yine de şehitliğin içerdiği bu paradoks karşısında inananların tümüyle çaresiz olduğu sanılmamalıdır. Şehit olan kişi hayatını boşa feda etmiş olamayacağına göre, davranışlarından yola çıkarak onu etki altında bırakan hakikati kavramak bir ödev halini alır. Onun yaptığı fedakârlıklar, davranışlar, hatta giyim ve kuşamına varıncaya kadar yaşam tarzı, artık inanç için kesin bir delil gibi muamele görmeye başlar. Tanık, artık bizzat kanıtları dile getiren kişi olmaktan çıkmış, bizzat tanığa dönüşmüştür. Aslında inancın doğruluğuna dair objektif bir hakikat ya yoktur ya da doğrudan bilinmesi mümkün değildir. Şehit bu hakikat boşluğunu bedeniyle doldurur. Onu dünyevi sınama alanının dışına, aklın sınavından kurtarabilecek bir yücelik pozisyonuna taşır.
Şehitlik mantığı bu hakikat açığı tarafından acımasızca koşullandırılmıştır. Sadece İslami örgütler değil, devrimci hareketler, demokratik güçler, sivil toplum örgütleri ve toplumsal hareketler de şehitlik siyasetine başvurdukları ölçüde aynı mantık etkisi altında kalırlar. Haklı çıkmak veya kazanmak için sizin ölmeniz koşulu temel mantığı belirler. Bazı özel durumlarda muarızınızın hiç zarar görmemiş olması dahi mümkündür. Önemli olan, sizin uğruna mücadele ettiğiniz hakikatin fedakârlık ihtiyacının karşılanmasıdır. Hakikat açığının büyümesi oranında şehitlere olan ihtiyacın şiddeti de artacaktır. İntihar bombacısı, (evet “canlı bomba” değil aslında o, sonuçta bir insan) bu şehit türünün en saf örneğini oluşturur. Parçalanan her bir beden bu hakikat kuyusunun içini doldurmakta kullanılan bir araç haline gelir.
Şehitlik insan varlığının en uç düzeyde araçsallaştırılmasıyla ilgili bir siyaset unsurudur. Bu siyaset, insan bedenlerinin ve bu bedenlerden oluşan halk topluluklarının imhasıyla ilgili bir ölüm siyasetidir. İç siyasete bu mantığın hâkim olmaya başlaması, esasen toplumu bir arada tutan hakikatin ne olduğu konusunda varılmış uzlaşmanın yaşadığı krizle ilgilidir. Böylesi bir kriz, toplumun her biri kendi hakikatini doğrulama ihtiyacı içinde olan farklı mahfillere bölünmesiyle sonuçlanmıştır. Günümüzde şehitlik mertebesinin, bazı insanlara en hakiki varoluş biçimi gibi görünmesinin nedenlerini buradan tartışmaya başlayabiliriz. Elbette sadece “terör” eylemlerini değil, en çok da egemen gücün şiddetini tartışmak koşuluyla. Kanımca parçalanan bedenleri, yükselen ölüm rakamlarını ve bunun ardındaki motivasyonu anlamanın yolu buradan geçmektedir.
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI