Sanat başkaldırır
Romancı Jeanette Winterson’ın sanatla çok daha mahrem, özel bir ilişki kurmayı öneriyor: “Tabloları bağlamlarından kopartılmış, dağıtılmış, itilip kakılmış, sonu gelmez açıklamalarla aşırı edebileştirilmiş müze odalarına sıkış tıkış doldurulmuş halde görmek onlara aşık olmayı güçleştirir. Aşk zaman alır.”
Günümüz İngiliz edebiyatının en ilginç isimlerinden biri Jeanette Winterson. Tutku, Vişnenin Cinsiyeti, Tek Meyve Portakal Değildir, Zaman Boşluğu gibi Türkçeye çevrilen çok güzel kitaplarıyla tanıyoruz. Dünya queer edebiyatının sanıyorum ki en önemli isimleri arasında yer alıyor. Meğer vaktiyle, sanat üstüne de harika bir kitap yazmış. Sel Yayınları, yazılmasından 20 yıl sonra, Sanat Başkaldırır adıyla bu kitabı yayımladı.
Gençlik yıllarında bir gün, resimle hiç haşır neşir değilken, beklenmedik biçimde Amsterdam’da karşılaştığı bir tabloya nasıl da aşık olduğunu anlatarak başlıyor kitabına. Bir galerinin vitrininde gördüğü resim karşısında şaşkınlığa kapılıyor. Onu çok seviyor, bir tutku duyuyor ama anlamamaktan korkuyor. Belki de anlaşamamaktan. Ardından genç Jeanette’ın sanat eğitimi başlıyor. Bütün müzeleri geziyor, sanat hakkında ne bulursa okuyor. “Sorun bendeydi. Tabloların keyfi gayet yerindeydi. Aşık olmuştum ve dilsizdim. Serseme dönmüştüm. ‘Bu resim bana hiçbir şey ifade etmiyor’ biçimindeki alışıldık tepkimin yerini ‘Benim bu resme söyleyecek hiçbir şeyim yok’ almıştı. Üstelik konuşmaya can atıyordum.”
Winterson’ın sık sık aşktan söz eden bir edebiyatçının rahatlığıyla adeta kalbini açtığı kitabı, sanat ve sanata olan ihtiyacımız hakkında harika bir metin. Yazarının kendini ortaya koymaktan ya da duygusallaşmaktan hiç çekinmediği, dolayısıyla rahatlıkla pervasızlaştığı ama ısrarla ve kararlılıkla tavrını ‘iyi sanat ve edebiyattan’ yana koyduğu bir kitap. Sanatta yaratıcılık ve yenilikçilik kadar, kurulan ilişkinin bireyselliği ve adeta mahremliği üstüne de bir metin Sanat Başkaldırır. Mesela müzelerde hapsolmuş resimlerle kurulan ilişkiye itiraz ediyor. Popüler kültürün, medyanın üstümüze boca ettiği ezberlenmiş imgelerin peşine düşmenin gerçek bir sanat sevgisi olmadığını düşünüyor. “Tabloları hızla akan film kareleri gibi, bağlamlarından kopartılmış, dağıtılmış, itilip kakılmış, sonu gelmez açıklamalarla aşırı edebileştirilmiş, aşırı miktarda ve ardı arkası kesilmeyen odalara sıkış tıkış doldurulmuş halde görmek onlara aşık olmayı güçleştirir. Aşk zaman alır” diyor. Peki ne yapmalı?
Uzun uzun bakmalı, birlikte vakit geçirmeli. Emek vermeli. Sanatın aşkınlığı, insana farklı bir ruh hali ve hayata farklı bakış açıları kazandırabilmesinin üstünden ikna edici bir bakış açısı geliştiriyor Winterson. İşin aslı, onun amacı sık sık ‘anlaşılmamak’la ya da daha fenası ‘elitizm’le suçlanan sanatçıları kollamak ve kayırmak gibi geldi bana. Çünkü tavrını her zaman yeni ve yaratıcı olandan yana koyuyor. Modernizmin öncü yazarları, şairleri ve ressamlarının kurmak istediği yenilikçi dili savunuyor. Bunun da eskiyip, anlamını yitirebileceğini bilerek ama… "Sanatı sınamanın iyi yöntemlerinden biri" diyor "eserin öne sürdüğü fikirlere ve hatta ele aldığı konuya duyulan güncel ilgi tükendikten çok daha sonra da bizi etkileyip etkilemediğine bakmaktır"… Bir zamanlar çok ilgi çeken pek çok yazarın, aslında güncel meselelere verdikleri cevaplarla o ilginin sahibi olduklarını, fakat edebiyatçı olarak yeterince yenilikçi, yeterince yaratıcı, yeterince biricik olmayanların zamanla unutulduklarını anlatıyor. Hatırlananların da savundukları fikirlerden çok yazdıkları metinler ve anlattıkları hikâyelerle kalıcı olabildiklerine işaret ediyor. Ki gayet haklı.
On yazıdan oluşan kitabın önemlice bir kısmında edebiyattan söz ediyor Winterson. DH Lawrence, Joseph Conrad, James Joyce ve Virginia Woolf gibi İngilizcenin yazarları üstüne bir kitap. Ama en çok Woolf; ‘doğuştan gelen kanatları olan’, ‘sözcüklerden incecik bir tül’ dokuyabilen Virginia Woolf…
Winterson’ın metni ‘resimden’, ‘çağdaş sanattan’ ya da ‘şiirden’ anlamamak söylemi üstüne de bir eleştiri. Bir nevi sanatçıyı suçlayan, anlaşılır olmak için üretmesi gerektiğini ima eden yaklaşımlara karşı çıkıyor. Ne sanatçının toplumsal sorumluluğuyla ne kişisel hikâyesiyle ne de popüler olup olmamasıyla ilgili. Çünkü sanatçı her koşulda üretmeye devam edecek. Ondan zevk almak, bir eserle ilişkiye girip mutluluk duymak bizim kazancımız olabilir ancak. Winterson’ın sanatçıdan çok yapıtı, izleyicinin ya da okuyucunun o yapıtla kuracağı ilişkiye işaret eden bakış açısı hem genel geçer yargıları reddetmesiyle rahatlatıcı, hem de sanatçı kadar izleyicinin emeğini öne çıkartmasıyla talepkâr. Kanon kabul edilen romanlardan, tüm klasiklere ve ünlü resimlere bütün o ünlü eserlerde bu bireysel ilişkiyi gölgeleyen bir yan var. Bize öğretilen sebepler dolayısıyla geliştirdiğimiz beğeniyi bir yana bırakıp kendi gözümüzü eğiterek yeni bir ilişki biçimi kurmak mümkün. Bu da sanıyorum ki ‘sanatsever’ olmayı bir adım ötesine geçmek demek.
Winterson’ın ‘beğeni’ye karşı ‘aşık olmayı’ öne sürmesinde de böylesi bir şey var. İster yazılı olsun ister görsel, imgeyi manasından çok çağrıştırdıkları için, genel olandan ziyade özel yanları için sevmek, onunla kendine özgü bir ilişki kurmak. Bizi çok etkileyen pek çok sanat eseriyle kurduğumuz belki de en hakiki ilişki bu. Gündelik hayatın sınırlarını aşan, kafa karıştıran, iç açan ya da bazen bilakis sıkıntıyı perçinleyen bir hal. Bunu da sanatçıdan başka kime borçlu olabiliriz ki? Ne de olsa “Sanat gündelik hayatımızdan çok daha fazlasını sunar.”