YAZARLAR

Kirîvo kirîvo

Hıçkıra hıçkıra ağlayan yaşlı bir kadın var. Bana bakıyor ve hiç konuşmadan sarılıyoruz birbirimize. Ağlıyor. Ağlıyorum. Hiçbir şey demiyor. Hiç konuşmuyor. Kalem uzatıyor neden sonra, dünyanın en zarif dolma kalemi. Siyah, küt, çok güzel. Siyah mürekkebi var. Uzanıyorum deftere. “Kirvem,” diyorum “uzat uzat ayağının altını öpem.”

Bir gün bu yazıyı yazacağımı biliyordum. Günlerden bir gün bunun vaktinin geleceğini biliyordum. Ocak geldiği gibi, o aynı yere çağıran. Hrant Dink’ten söz edeceğim, bundan sonrası en hafif tabirle zor.

Çokkatlı bina

Asansörle çıkılıyor, odada jaluzi denen şeylerden var. Sağa sola çevirince güneşi içeri alıyor. Bozarım diye korktuğumdan dokunmuyorum uzun zaman, sonra birini gizlice izliyorum da nasıl kullanılır anlıyorum. Koca koridorda sürekli pipo içen bir adam, habire telefonla konuşan bir kadın ve önündeki kâğıt yığınından başını kaldırmaya bile takati olmayan bir başka kadın. Gürültülü bir mahallenin içinde, gürültüden azade hayatlar yaşamak için ikna edilmiş odalar dolusu insan. Boyunlarına astıkları kartla kapıları açan, öğlenleri ellerindeki karton bardaklardan kahve yudumlayarak kapı önlerinde sigara içen ve önlerinden geçen belediye otobüslerine akşam binmeyecekmiş gibi yapan bir kalabalık. Odada bir de televizyon var, kumandasından bile bihaberim. O gün tenha, birileri bir yerlere gitmiş, pipo içen adam diş doktorundaymış, hoş gelmişim, bu kargolar beni ilgilendiriyormuş bakabilir miymişim. Hepsini yapıyorum, habire telefonla konuşan kadın hızlıca anlatıyor ve odaya giriyorum. Bu rutinden bile medet umuyorum aslında bir yandan. Nereden su alacağımı bile soramamanın yabancılığını hiç temas kurmayarak, mecburi konuşmaları ifa ederek hallediyorum o güne dek. Beni ilgilendirmeyen ama cevaplamak zorunda olduğum e-postalara dalıyorum “yenile” butonuna basarak. Okuyorum, sakin sakin yanıtlıyorum, odanın şekerli olduğunu düşündüğüm kokusunun aslında o kadar da kötü olmadığını düşünüyorum. Öğlen, sonrasına devriliyor yavaş yavaş. Koridorda neredeyse kimse yok, muttasıl çalan telefon sesi de değirmende uyuyan değirmenci hissiyatı yaratıyor, kısa bir süre sonra duymaz oluyorum. Kim bilir neyle uğraşıyorken, caddeden ambulans sesleri gelmeye başlıyor. Annemin duasını tekrarlıyorum, ambulans sesini duyup yüzünü buruşturduğu esnada ettiği duayı. “Allah şifa versin, hastaneye varsınlar sağ salim.” Fakat durmuyor sesler, siren seslerini birbirinden ayırt edecek kadar tanıyorum sayılır ama bir gariplik var. Telaşlı sesler yükseliyor o yüksek kata, jaluzili odaya, şekerli kokan yabancılığa. Koridordaki sessizlik de bozuluyor telefonların daha kakafonik çalmasıyla. Habire telefonla konuşan kadının yanına varıyorum. “Bir şey mi oldu?”

“Evet yaa,” diyor. “Şu Ermeni gazeteci var ya, onu vurmuşlar. Sanırım ölmüş.”

Bitmeyen cadde

Televizyonu açıyorum kumandayı kim bilir nerede bulup. Burada duyduğum siren sesleriyle, televizyondan gelen siren sesleri ardışık. Doğru ya “Agos” aha şurada. Mahmut Abi daha geçen gitmemiş miydi ziyarete, bana da “Hadi sen de gel, çok şahane adam. Belki Malatya konuşursunuz, Arguvan türkülerinden söz ederken gözlerindeki ışığı görsen…” Gidememiş ama bir kenara yazmıştım, “Agos’a gidip Arguvan türküleri konuş.” Ajandalar bazen tokat da atar insana.

Asansörün çıkmasını beklemeye hal yok. Ben o sesi tanıyorum, bana o haberi veren sesi. Bitmeyen otobüs yolculuğunda, mola yerinde gözlerim kançanağı telefonu açtığımda tanımadığım bir numara tarafından onlarca defa arandığımı görmüş, karşıdakinin kim olabileceğini az çok tahmin etmiştim. Erdal Hoca’nın davasını araştıran polislerden biri telefonda, “Ben şu an yoldayım, taziyeye geliyorum” cümlemi hiç duymamış gibi yaparak “Şu öğretmenle ilgili konuşacaktık.” demiş ve eklemişti: “Bunun sevgilisi falan var mıydı, biliyorsan işimize yarar bu bilgi.” Aynı ses, aynı umarsızlık, aynı profesyonel ikna. “Evet yaa, şu Ermeni gazeteci var ya, onu vurmuşlar. Sanırım ölmüş.” Asansörü beklemeye hal takat yok. Koşarak iniyorum merdivenleri şimdi. Bu yol nasıl bitecek? Vurulmuş, öyle mi? Öldürmüşler, hem de gazetenin önünde, gün ortasında öyle mi? Peki bu yol nasıl bitecek? Koşmak mesafeyi hani kısaltıyordu? Neden bu kadar çok insan var ve neden herkes benimle beraber koşmuyor gazetenin önüne? Bu yol diyorum, bu cadde nasıl bitecek? Şimdi o, oracıkta öylece yatıyor öyle mi? Allah’ım bu siren sesleri ve bu cadde nasıl bitecek?

Penceredeki adam

Ne yapacağımı, nerede duracağımı, uzaktan gördüğüm bazı tanıdıklarla nasıl selamlaşacağımı bilmiyorum. Bu durumu da tanıyorum. Otobüsten inip, sırtımdaki küçük çantayla otogardan Erdal Hoca’nın taziyesine gittiğim yolun ruh hali bu. Ne düşünmeliyim, nasıl bağırmalıyım, kimin boğazına sarılmalıyım, kimin yüzüne bir tokat aşk etmeliyim, nasıl ağlamamalıyım? Gazetenin önünde insanlar, polisler, kameralar, diş sıkmalar, ne edeceğini bilememeler, inanamamalar. Ölmüş, öyle mi? Öldürmüşler şuracıkta, doğru mu? O gün mü, sonraki günlerden biri mi zihnim bulanık. Berraklaşsın da istemiyorum çünkü o günü oraya hizaladı zihnim, yumruğum, dişlerim. Bir adam, davudi ses diye bir şey söylenmemiş olsa orada, adı sözlükte davudi sesin karşısına yazılacak bir adam, gazetenin penceresinden sarkıyor. Çırılçıplak bir sesle bağırıyor. Hepimiz duyuyoruz. O an, kâinatın tamamı kulak olup o sesi duyuyoruz. Bağırıyor çırılçıplak: “alnını/ dağ ateşiyle ısıtan/ yüzünü/ kanla yıkayan dostum/ senin/ uyurken dudağında gülümseyen bordo gül/ benim kalbimi harmanlayan isyan olsun/ şimdi dingin gövdende/ uğultuyla büyüyen sessizlik/ bir gün benim elimde/ patlamaya sabırsız mavzer olsun// başını omzuma yasla/ göğsümde taşıyayım seni/ gövdem gövdene can olsun”. Yıllar sonra Arkadaş Zekâi Özger’in ablasına sarıldığımda dişimi kenetleyip, iki satır bir şey söyleyememenin sebebi oluyor bu. Kimse kimsenin gözüne bakamıyor. Hepimiz ağlıyoruz. Orada.

Defter

Annemle konuşuyorum telefonda, “Oğlum bu nasıl bir şey? Göz göre göre adamı öldürdüler, öyle mi? Televizyonda gösterdikleri yerde misin sen şimdi? Diyarbakır’dan komşumuzun dükkânı var orada hep söyleyeceğim sana unutuyorum, onlar da Ermeni’dir. İyi hissetmiyorsan uğra istersen, soluklan, çay iç. Oğlum bu nasıl bir şey böyle? Daha kalabalık olacaksınız, değil mi?” Bir defter görüyorum sonra, mumlar, ağıtlar görüyorum. Yüz yıl mı geçti? Yüz yıldır burada mı bu insanlar? Hava neden bu kadar soğuk? Bir arkadaşım yanaşıyor yanıma. “Deftere yazacağım, sen de yazsana,” diyor. Uyuşmuş gibi, ayaklarıma iki ölü hayvana bakar gibi bakarak yürüyorum. Defterin başına geçiyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlayan yaşlı bir kadın var. Bana bakıyor ve hiç konuşmadan sarılıyoruz birbirimize. Ağlıyor. Ağlıyorum. Hiçbir şey demiyor. Hiç konuşmuyor. Kalem uzatıyor neden sonra, dünyanın en zarif dolma kalemi. Siyah, küt, çok güzel. Siyah mürekkebi var. Uzanıyorum deftere. “Kirvem,” diyorum “uzat uzat ayağının altını öpem.” Arkadaş Zekâi, Erdal Hocam, Ahmet Kaya, Mehmet Sincar, Demirci Kêvo hep oradayız, hep beraber.

Tanıyorum

Devlet, Roboskî’de katlettiği insanlara ambulans göndermekten acizdi. Taziyede battaniyeler vardı. Aynı devlet Uludere’de 19 Ocak 2014 günü insanları gözaltına almak için helikopter gönderdi. Devlet, adını değiştirmek isteyen adama hevesle Fırat dedi. Aynı devlet Hrant’ı gün ortasında, gazetenin önünde öldürdü. Katili tanıyorum. Roboskî’ye Uludere, Hrant’a Fırat diyorlar.

“Cami avlusunun en kuytu köşesine sinmiş kadınlarla bekleşiyoruz. Öyle çaresiz bekleşir ve yeni gelenlere sarılıp ağlaşırken, erkek kalabalığından biri, yanımıza hızla ve telaşla gelip sordu ‘Sare teyzenin annesiyle babasının adı nedir?’ Bu soruya hemen cevap gelmedi kadınlardan. Sessizlik ve karşılıklı bakışmalar dikkati çekecek kadar uzadı. ‘Babasının adı Hüseyin, annesinin adı Esma.’ Teyzem bu sözleri söyler söylemez bakışlarını, onay bekler gibi bana çevirdi. Yüreğimden kopup gelen ve sessizliği yırtan şu sözler kendiliğinden ağzımdan döküldü: ‘Ama bu doğru değil!.. Onun annesinin adı Esma değil, İshugi. Babası da Hüseyin değil, Hovannes!..’ Kendi adı da Seher değil, Heranuş’tu onun.” (Fethiye Çetin, “Anneannem”)

Türkiye Kadar Bir Çiçek

Ergin Günçe 16 Ocak 1983’te, Ankara’da uçak kazasında öldü. Şairdi. “Gencölmek” demişti.

“Ölüm alışsın artık bize/ Bir dans gibi bahçemize gelsin/ Gelsin otursun ılık minderimize//Bence o çocuk öyle gülmemeli/ Ay kar gibidir pencerede”.

Yılmaz Abi, ben gene fikir yazısı yazamadım. Yazdım gene, böyle. Sen beni affet.

Hamiş: Her 19 Ocak’ta Hrant Dink için bir şeyler yazmak isteyip, bu yazıya dönüyorum. Bu defa da aynı oldu. Dört yıl önce yazmıştım ama çok daha uzun süre bu yazıya elim gidecek sanırım, ömür oldukça. Vallahi biz dostu özledik.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.