Harp ve o şarkı!
Bugün, “savaşa hayır” diyenler “vatan hainliği”yle suçlanıyor. İktidar, her zamankinden daha sert. Dilimizde barış şarkıları, aklımızda bugüne dek yapılanlar, kalbimizde acılarını hissettiğimiz insanlar, hep birlikte bu cümleyi yeniden ve yeniden haykırmak için bir araya gelmemiz gerekiyor
Bundan tam 26 yıl önce, 1992 yılının 2 Şubat günü, İstanbul’da bir etkinlik gerçekleştirildi. Ortaköy’de konumlanmış dönemin rock barlarından La Nuit 88 sahnesinde o gece Sawdust, Volvox ve Asım Can Gündüz vardı. İki seans hâlinde gerçekleştirilecek “duble” parti, “Kiss & Rock” başlığıyla duyurulmuş, 2 Şubat Dünya Öpüşme Günü şerefine düzenlendiği açıklanmıştı. İlerleyen yıllarda, 2 Şubat etkinlikleri farklı mekânlarda sürdü. 1994 yılında merkez yine Ortaköy, mekan Sis Bar’dı. “Kiss’em All” başlığıyla duyurulan partinin katılımcıları, bu kez Virüs, Volvox ve Bulutsuzluk Özlemi’nin şarkılarıyla günü kutladı. İlk partiyi de kotaran Güven Erkin Erkal’ın organize ettiği, yine iki seans hâlinde yapılan etkinlikte bir de sürpriz vardı: O yıl 12. kez düzenlenen TÜYAP Müzikavizyon Fuarı’nın davetiyeleri, gelenlere hediye edilecekti.
2 Şubat, bir dönem GırGır, Hıbır ve HBR Maymun’da çizdiği rock karikatürleriyle efsaneleşen Aptülika namıyla maruf Abdülkadir Elçioğlu’nun doğum günü. 1992 yılında ilki kutlanan Dünya Öpüşme Günü, onun marifeti. Uydurma bir tarih. Doğum gününü kutlamak istemiş, bunu kitlelere yaymak için bu cinliği bulmuş. Sonrası güzel aslında zira bir oyunla başlayan “hareket” katlanarak büyümüş ve gençler, bir süre, 2 Şubat’ın Dünya Öpüşme Günü olduğuna inanmış. Gerçek öyle değil ama ‘90’lı yıllar tam da böyle: İnanmak istediğimiz şeylerin gerçekliğini kendi kendimize türlü bahanelerle ispatladığımız bir dönem bu. Memleket açısından baktığımızda kötü ama iyileştirmek için böylesi masum çabalar sarf etmiş oluşumuz, takdire şayan. Umut bir yandan yolunu buluyor, memleket gerçeklerini görmezden gelmek için insanlar, olmayan günleri kutluyor. Belki bir yanılsama, bir illüzyon ama güzel bir illüzyon. İnsanları mutlu ediyor –ki o dönemde ihtiyaç duyulan şey, tam da bu. Meraklısı için gerçek tarihi yazayım ve dönemi biraz deşeyim: 6 Temmuz, İngilizlerin girişimiyle, 1990 yılından bu yana Dünya Öpüşme Günü olarak kutlanıyor. Bize geç girmiş, tarih sapmış ama “alan razı, satan razı” ise gerisine kim karışır?
‘90’lı yıllar, memleket tarihi açısından önemli bir dönüm noktası. Devletin hükmünü yitirdiği, “derin devlet”in idareyi ele geçirdiği, faili meçhullerin art arda gündemimize düştüğü yıllar bunlar. Türkiye’nin güneydoğusunun da kaynadığı yıllar aynı zamanda. Kürt gerçeğinin bir balyoz gibi tepemize indiği, görmezden gelmenin mümkün olmadığı bir dönem bu. Yazık ki toplumun her kesimi çok acılar çekti, kapanmayacak yaralar açıldı. Uğur Mumcu’dan Musa Anter’e onlarca can gitti, Sivas katliamı gibi izi hiçbir zaman silinmeyecek bir hadise yaşandı.
O dönem iktidarda olanlar yargılansa “kandırıldık” der miydi yoksa bunları sahiplenir miydi bilmiyorum ama bildiğim, o yıllarda, üniversite sayesinde Kürt gerçeği ile tanışmış olmam. Çocukluğum Çanakkale’de geçti, arada İzmir ve Bursa’ya giderdik ama ben, memleketin diğer taraflarını (İstanbul ve Ankara dahil) bilmezdim. Arada bir süre İzmit’te yaşadık, 1981 yılında Samsun merkezli bir Karadeniz gezisine çıktık, orada Fatsa’yı gördüm, hikâyeleri dinledim ama çocuk aklımla bunları değerlendirmeyi, memleketle ilişkilendirmeyi düşünmedim bile. Daha ziyade masal dinler gibi dinlediğim Fatsa hikâyesi, çok değil, iki yıl önce gerçekleşmişti ve tüm gerçekliğiyle yıllar sonra karşıma çıkacaktı. Bütün bunlar bir yana, 1985 yılında, 13 yaşımda ailemle yaptığım Erzincan gezisi, aklımı başıma getiren hadiselerdendir. Yaşadıklarımızın dışında bambaşka bir âlem olduğunu o gezide görmüştüm. Kürtçeyi duyduğum gezidir bu. Şaşırmıştım. Üniversite okumak için geldiğim Ankara’da, Kürtçe konuşanları gördüğümde şaşkınlığım yerini sorgulamaya bıraktı. Çok okudum, araştırdım, yaşanmış acıları tanıklarının ağzından dinlerken o acıları anlatan, dilini bilmediğim ama beni etkileyen türkülere kulak verdim. Kürtçenin yasak olduğu zamanlarda, el altından satılan kasetleri arşivime kattım, müzisyenlerin direnişini uzaktan izledim.
Şarkılar, yaşananları anlatmaya muktedir. Yine de bir şey eksik kalıyor. Şarkıların izini sürerek hadiseleri takip etmek, onların rehberliğinde gerçeklere ulaşmak mümkün. Çünkü ne olursa olsun onlar yalan söylemiyor, her koşulda gerçekleri dile getiriyor. Kürtçe şarkılar, anlamasak da önümüze bambaşka ufuklar açıyor. “Orada” bir hayat olduğunun canlı kanıtı aslında. Hani çocukluğumuzda öğrendiğimiz o meşhur şarkı der ya, “gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür…” Yakılan, yıkılan köyler de bizim elbette. Evsiz bırakılanlara evimizi açmak, acı çekenlerin yarasını sarmaya çalışmak vazifemiz. Oysa, tam tersini seçtik hep: Görmezden geldik. Nice acılar yaşanırken “ama onlar da devleti bölüyor” dedik. Duyduğum en tehlikeli cümlelerden biri aslında bu. Bu cümle kurulduğunda ve sonrasına uzun, hamasi bir paragraf eklendiğinde, akıl, izan, mantık yok oluyor. Anadilinde konuşması engellenen, kültürel mirası talan edilen, köyleri yıkılan, tarlaları yakılan, bilhassa “modern” Batı illerinde yaşama ve çalışma şansı bulamayan insanlar, dertlerini dile getirmek için şarkılara sığınıyor ama onları dinlememiz bile bizzat devlet eliyle yasaklanıyor.
“Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” denilerek arzu edilen “millet”in asırlardır parçası olan bir halkı yok saymak, onları yok etmek, hiçbir şeyle açıklanamıyor. Yazık ki kendini “solcu” sayan, özgürlük ve demokrasiden söz eden kimi insanlar, bu bahiste bambaşka yerlere savruluyor. Nitekim son yıllarda artan ve yakın zamanda yapılan harekatla zirveye ulaşan savaş, bir turnusol etkisi yaptı ve saflar yine belirlendi. Her seferinde giderek daha da araları açılan saflar, yakında birbiriyle sıcak çatışmaya girerse şaşırmamak gerekiyor –ki olmamasını istediğimiz tek şey bu aslında ama düşmanlık “yukarıdan” körükleniyor, “savaşa hayır” diyenler bizzat oradan hedef gösteriliyor.
Tartışılacak çok şey var ama bunları doğru dürüst tartışamıyoruz bile. Bir savaşta Kürtler ölüyorsa, kimilerine göre o, “haklı” bir savaş. Hatta savaş bile değil, bu ara çok duyduğumuz hâliyle, “temizlik harekatı”. “Zeytin Dalı” için, aralarında arkadaşlarımın da olduğu büyük bir kesim bunu düşünüyor. Savaşla barış getirmeye alışmış, bunu kanıksamış, olabileceğine inanmış bir devletin yeni adımı bu. 1974 yılında, Kıbrıs “Barış” Harekatı yapıldığında, oradaki Türkleri Yunan zulmünden “kurtaran” Türkiye, ilerleyen yıllarda Kıbrıs üzerinde başka bir tahakküm kurmaya çalıştı. 15 Kasım 1983’te Rauf Denktaş tarafından ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, başta Türkiye’nin karasularında dolansa da sonrasında bambaşka bir yolda yürüdü, gerçek anlamda bağımsızlığını kazanmak için çabaladı. Giderseniz görürsünüz: Arabalarını sağdan süren, İngilizce konuşmayı tercih eden, Avrupa Birliği’ne girme hayalleri kuran bir halk var orada. Gerçekleri gölgeleyenler onları “bizden” sayıyor ama hiç de öyle değil aslında. Bir dönem “barış” adına orada savaş çıkartanlarla bugün “Zeytin Dalı”nı başlatanlar farklı düşünmüyor.
Şu ara savaşı savunanlar “savaşa hayır” diyenlerle çatışıyor. Bu cümleyi kuranlar, hep göz önünde oldular ve her zaman onlara tepki gösterenlerle mücadele ettiler. 1990 yılına döneyim; Dünya Öpüşme Günü’nün gündemde olmadığı, Uğur Mumcu’nun yazılarını sürdürdüğü, Musa Anter’in panellerde Kürt gerçeğini anlattığı yıla yani… Irak Savaşı arifesinde, devletin başındaki Turgut Özal, “1 koyup 3 alacağız” diyerek savaşı körüklüyor, gerçekçi olmayan hayaller kuruyordu. Tam da o dönemde, Pendik Lisesi’nde öğrenimini sürdüren 16 yaşındaki bir genç (o günlerde gazetelere N.A. olarak geçen Nermin Alkan) okulunun duvarına bir afiş astı. Afişteki cümle, her zaman kuracağımız cümlelerden: “Bu haksız savaşa ‘hayır’ demek, ‘insanım’ diyen herkesin görevidir.” Müdür genci polise ihbar etti ve Alkan, hızlı bir operasyon sonrasında henüz faaliyeti sonlandırılmamış DGM tarafından tutuklandı ve 4 ay cezaevinde kaldı. Hakkı Özdal, onun hikâyesini, cuma günü bu sayfalarda yazdı. Uzatmayayım, yazıya referans vereyim zira kahramanlarıyla birlikte ibretlik bir hikâye bu.
Bugün, “savaşa hayır” diyenler “vatan hainliği”yle suçlanıyor. İktidar, her zamankinden daha sert. Dilimizde barış şarkıları, aklımızda bugüne dek yapılanlar, kalbimizde acılarını hissettiğimiz insanlar, hep birlikte bu cümleyi yeniden ve yeniden haykırmak için bir araya gelmemiz gerekiyor. Savaş, pek çok şarkıya konu oldu, şarkıcı ve topluluklar, savaş sonrasındaki yıkımı her zaman çok net anlattı. Yazıyı romantik açtım, Dünya Öpüşme Günü’nden aldım sözü, savaş karşıtı şarkılar arasında en romantik olanla bitireyim… Sözlerini Mehmet Teoman’ın yazdığı, Cenk Taşkan’ın bestelediği “Harp ve Sulh”, 1977 yılında, dönemin en güçlü seslerinden Nükhet Duru tarafından seslendirilmişti: “Bir tarafta bombalar / Bir tarafta çocuklar / Şaşıran, ağlayan çocuklar / Yangınların ardında / Titreşen ihtiyarlar / Enkâzların altında / Seslenen insancıklar // Bir tarafta tüfekler / Bir tarafta çiçekler / Ezilen, çürüyen çiçekler / Acı çeken hastalar / Açlıktan kıvrananlar / Gözü yaşlı analar / Vedalaşan âşıklar // Ayırmayın bizi, şu ellerimizi / Umut verin bize, şu kalplerimize / Güzelliğe hasret o gözlerimize / Cehennem harbini göstermeyin gene // Bombalar düşmesin gül bahçelerine / Nefreti sokmayın insan sevgimize, içimize…”
“Harp ve Sulh”, savaşın acımasızlığını en naif şekliyle anlatıyor. Nükhet Duru, bu şarkıyı hep söyledi, hâlâ söylüyor. En güzel icralardan biri, 19 Eylül 2005’te, bugünlerde yıkılması planlanan Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Sevgiyle El Ele” konserinde gerçekleşmişti. Duru, bu konserde, Surp Vartanants Korosu ve Feriköy İlkokulu Korosu eşliğinde şarkıyı seslendirmiş, sonda yer alan “Haydi insanlar, sarılın birbirinize / Haydi insanlar, kin tutmayın birbirinize” dizeleri, dinleyicilerin katılımıyla çoğalmıştı. Şimdi yeniden bu şarkıyı hatırlama, barıştan söz eden diğer şarkılarla birlikte çoğaltma zamanı.
Her dem dillendirilen soru şu aslında: Sarılmak, öpüşmek varken, savaşmak niye?