Direnişin sıfır noktası
“Sıfır noktası” her şeyin tükendiği yer değildir sadece. Yeni olan her şeyde işe sıfırdan başlamak esastır. Dönemin ruhuna özgü direniş pratikleri bu mantık içinden yeniden inşa edilebilir. Bunun için usta avcılarla ilgili anlatılan hikâyelere kulak kabartmakta yarar var.
Direniş ele avuca sığmayan bir kavram. Herkes kendi meşrebine uygun bir direniş anlayışına sahip. Yine de farklı anlayışları ortak bir paydada buluşturmak tümüyle imkânsız değil. Böyle bir ortaklık için ihtiyaç duyduğumuz zemini güç söylemi sağlayabilir. Buradan baktığımızda direniş, anlamını bir güçler oyunu içindeki dengelere göre kazanıyor. Söz konusu oyundaki tüm aktörler, kendi hareketi önüne dikilen engelleri bir direnç olarak algılıyor. Zaten “diremek”, yani ayakta durmak veya dikilmek anlamındaki sözcük, karşı koymak anlamındaki “direniş” sözcüğüne bu yoldan evriliyor. O halde direniş, faal güçlerin karşısında direten varlıklarda mevcut bir kapasite veya bir tür “karşı güç” olmakla ilgili. Direniş kavramının siyasi içeriği de zıt kuvvetler arasındaki bu ilişkiyle belirleniyor. İktidarların gücü, karşılaştığı ve aştığı dirençlerin büyüklüğüyle tartıldığında, siyaset de “direnç kapasitesi” ekseninde oynanan bir oyun haline geliyor.
Siyasi çatışmanın Türkiye’de kazandığı yeni biçimler, bizde bu oyunun çok sert oynandığını gösteriyor. Oyundaki sertleşmenin işaretlerini Afrin’e düzenlenen askeri harekâtın yarattığı tartışmalarda net bir biçimde gördük. Erdoğan harekât için “Çok kısa sürede tamamlanacak." dedikten sonra, bu operasyonu protesto etmeye yeltenecekleri açık ve sert bir dille uyardı: "Meydanlara çıkma yanlışına düşenler olursa bedelini çok ağır öderler. Karşımıza kim çıkarsa çıksın ezer geçeriz." Erdoğan’ın konuşmalarında bu “ezip geçme” anlayışını doğrudan veya dolaylı olarak yansıtan sözcüklere giderek daha sık rastlıyoruz. Bir davranışın önüne dikilen engelleri kaldırmanın veya dirençleri aşmanın değişik yolları vardır. Örneğin etrafından dolaşabilir, üstünden atlayabilir veya yolunuzu değiştirebilirsiniz. Ama ezip geçme anlayışı, imha etmenin ve elbette orantısız güç kullanımının dili olarak bu yollar içinde en aşırı olanı temsil ediyor.
Sosyal medya gözaltıları, HDP il yöneticileri ve insan hakları savunucularına yönelik operasyonlar bu aşırılığın bir kanıtı olarak karşımızda duruyor. Görüldüğü kadarıyla toplum, bu yoldan, hızla muhalefetin mümkün olmadığı bir yere doğru sürüklenmek isteniyor. Durumun vahametini gösterebilmek adına, hepimizin gözü önünde duran bir tabloyu gözümüzde tekrar canlandırmakta bir sakınca yok. Artık bilgi edinme başvurusu yapmak, dilekçe hakkını kullanmak kimseye çok anlamlıymış gibi gözükmüyor. Bireysel protesto eylemleri yapmak, miting düzenlemek ya mümkün değil ya da insanın başını fena halde belaya sokuyor. Önce dava açmak ve sonra AİHM’e gitmek üzerine kurulu hukuk mücadeleleri de nafile ve şimdilik sorunları askıya almaktan başka işe yaramıyor. Parlamento’nun durumuna gelince… Neyse! Bu tablo karşısında yanıtlanması gereken soru şu şekilde açıklık kazanıyor: Muhalefetin hızla direnme kapasitesini yitirdiği bir dönemde, haksızlıklara karşı çıkmak neyle ve nasıl mümkün olabilecek?
Böyle bir sorunun yanıtı öncelikle direnmenin imkân koşullarının ne olduğunu anlamayı gerektiriyor. Başlangıçta da belirttiğim üzere, direnme özü gereği bir güç meselesidir. Direnme davranışının gösterilebilmesi için insanlardaki direnç kapasitesinin ortadan kaldırılmamış olması gerekiyor. Böylesi bir durumun gerçekleştiği ortamın, yani direnişin sıfır olduğu noktada yaşayan insanların ideal bir tasvirini sadizmin siyasi düşüncesinde buluyoruz. Biz sadizmi ruh hastalarına özgü bir kişilik bozukluğu olarak değil, örgütlü siyasal kötülüğün en saf hali olarak kavrıyoruz. Sadizmde ayırt edici olan yan, güç kullanımının hiçbir kuralla bağlı olmamasıdır. Bu, hiçbir kuralın olmadığı anlamına gelmez; sadece kuralların iktidarı sınırlandıramadığını dile getirir. Mutlak hâkimiyet isteğiyle davranan egemen güç, karşısında duran her varlığı “ezip geçiyor”, onlardan kurbanlar yaratıyor. İnsanların kurban olmama arzusuysa, toplumdaki direnç kapasitesinin altını oyan temel amil olarak karşımıza çıkıyor.
Durumdan rahatsız olan insanların çoğu ne yapacağını bilemez noktaya gelmiş durumda. Çünkü bir şey yapmak kadar, yapmamak da ziyadesiyle tehlikeli. Geçtiğimiz hafta yayımlanan bir magazin programında şahit olduklarımız bu duruma iyi bir örnek teşkil ediyor. Sunucular halktan gelen istek üzerine ünlüler dünyasını vatanseverlik testine tabi tutma iddiasındaydılar. Tek tek meşhurların sosyal medya hesaplarına giriliyor, harekât ile ilgili yaptıkları paylaşımlar kontrol ediliyordu. Elbette sadece yapılan paylaşımlara değil, paylaşım yapmamaya da bir anlam yükleniyordu. Sunucular “Hem bu milletin ekmeğini yiyeceksin, hem de bunun gereğini yapmayacaksın.” ölçütüyle “yapılmayanın” vahametine dikkat çekiyordu. Bu insanlar yaptıkları şeyden ötürü değil, yapmadıkları şeyden ötürü yargılanıyorlardı. İnsan böyle bir saldırganlık karşısında ne diyeceğini şaşırıyor doğrusu. Çünkü bu aşamada artık tartışma bir “insan avı” görünümüne bürünüyor. Karşı çıkmamış olsa da, itaatini açıkça beyan etmemiş bu isimleri “ezip geçme” coşkusu insanı biraz çaresiz bırakıyor.
Tabii ki çaresizliği ilk olarak düşüncede aşabiliriz. Direniş ve değişim, ilk önce kullandığımız sözcüklerde başlar. Böyle bir başlangıç için, bir “av partisi” ile toplumun sadist depolitizasyonu arasındaki bağlar üzerine düşünmenin yararlı olacağına inanıyorum. Belki de insanların direnç kapasitesinin buharlaşmasının sırrını, dikkatimizi muhaliflerin ve yandaş görünmeyenlerin av olduğu bu sürek avlarına çevirdiğimizde görebiliriz. Oysa iktidar ve direniş ilişkilerini yüz yüze karşılaşmalarda gerçekleşen bir savaş modeli üzerinden düşünmeye daha eğilimliyiz. Savaşta temel amacın düşmanın direnme kapasitesini ortadan kaldırmak ve onu teslim almak olduğu söylenir. Askeri birliklerin direnç kapasitesi, sahip oldukları silahlar ve savaşma iradesince belirlenir. Bu irade kırılmadan savaş asla bitmez. Savaşı, bu açıdan, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi olarak görenler vardır. Bunların amacı savaşın bir akıl ve hesap işi olduğunu göstermek, yani onu onurlandırmaktır. Tersinden, siyaseti savaşın başka araçlarla sürdürülmesi olarak kabul edenler de mevcuttur. Bunların amacıysa siyaseti kan dökmeye dair bir uğraşla özdeşleştirmek, yani onu kötülemektir. Ama iki yol da sonuçta aynı kapıya çıkmaktadır: Siyasetin yüz yüze, göğüs göğüse gerçekleşen bir muharebe olarak tarif edilmesi.
Meseleye av modeliyle yaklaştığımızda bu mantık tümüyle değişmektedir. Burada G. Chamayou tarafından önerilen “insan avı” kavramı ziyadesiyle açıklayıcıdır. Buna göre, savaştan farklı olarak, avda esas olan avın kaçması avcının kovalamasıdır. Av hayvanı, bir kural olarak, avcıyla çarpışmaya giremez. Nadir çarpışma durumlarında da amaç, avcıyı yok etmek veya teslim almak değil, onun elinden kurtulmaktır. Avcının davranışları avı belirleme, izini sürme ve yakalama aşamalarına göre ayrı ayrı ayarlanmıştır. Bu aşamaların her biri için av hayvanı sırasıyla kaçma, saklanma veya belki de son bir çarpışmaya girme gibi tutumlar sergiler. Av partisi tüm bu telaşlı, yoğun ve karşılıklı hareketlere rağmen, büyük ihtimalle avın kafese konması veya boğazlanmasıyla sonuçlanır. Tüm bunlara dikkatle baktığımızda, iktidarın mekan üzerinde hareketli olan ve önceden belirlenmiş hiçbir sınıra tabi olmayan bir hareket tarzıyla karşılaşırız. İşte direniş, güç kullanımının kazandığı bu yeni mantığa uygun olarak dönüşüme uğrar. Daha doğrusu, direniş tam olarak sıfırlanmasa da, sıfıra yaklaşacak şekilde kapasite yitirmeye başlar.
Şimdi, av partisini günümüz Türkiye’sinde azalan direniş kapasitesi için neden bir model olarak önerdiğimi biraz daha belirginleştirebilirim sanıyorum. Şu bana çok net gözüküyor: Bir sürek avındaki hayvanların konumu neyse, Ege’de veya Karadeniz’de lince maruz kalan Kürt işçilerin konumu odur. Sivas’taki canlar cehennem azabını bu dünyada tatsınlar diye diri diri yakılmış, tüm ülkenin gözü önünde gerici bir güruhun yürüttüğü bir av partisinin hedefi haline getirilmişti. Durakta otobüs beklerken bir intihar saldırısının hedefi olan canlar ile dinamitle avlananların hedefindeki nehir balıkları arasında çok fazla bir fark yok. Sonuçta bunlar protesto arzusunu azaltan ve direniş iradesini kıran bir etki yaratmaktadırlar. İnsanlar bu etkiye değişik yollardan tepki verebilmektedir. Kimisi şehir merkezlerine işi düşmedikçe gitmemekte, kitle gösterilerine katılmamakta veya içki içilen eğlence yerlerine çok takılmamayı tercih etmektedir. Kimisi siyasi tartışmalara katılmama veya mecburen katılırsa da rengini belli etmeme yolunu seçmektedir. Değişik biçimler alsa da, tüm tepkiler “kaçma” veya “saklanma” davranışının farklı görünümleri olmakta birleşiyor. Kimse hedef olmayı veya av hayvanı gibi öldürülmeyi istemiyor.
Buna mukabil mevcut siyasal ortamda hüküm süren direniş mantıkları etkili çözümler üretmekte son derece başarısız. Hak arama mantığına dayalı direnme tarzları, örneğin dilekçe hakkı, bilgi edinme başvurusu, dava açma gibi yollar iyice işlevsizleşmiştir. Çünkü tüm bu mekanizmalar, iktidarın denetlenebilir kurumlarca kullanılacağı varsayımı üzerine oturtulmuştu. İkinci olarak, insanların hapishane, fabrika veya hastane gibi kapatma alanlarında disiplin altına alınmasıyla ilgili başka bir karşı çıkma mantığı gelir. Son olarak, nüfusun belirlenmiş kesimlerinin kamp veya benzeri alanlara yerleştirilerek, diğer insanlardan ayrılmasıyla ilgili iktidar uygulamaları vardır. Bir dönemler Yahudilere uygulanan bu yöntemler, günümüzde mültecilere reva görülüyor. Son iki iktidar mantığı, elbette kendine özgü bir direniş modeli öneriyor. Ancak tüm bu modeller sabit mekânlarda iş gören hareketsiz bir iktidar düşüncesine dayanıyor. Oysa sadist depolitizasyon, iktidarı alana yayıyor ve hareketli bir şekilde kullanıyor. İnsanları belli bir mekâna kapatıp, onları yararlı kılacak çözümler aramıyor, “ezip geçiyor”. Nüfusun belli kesimlerini hedef alan bir kamp oluşturmadan önce, iz sürüyor ve yakalayıp, örneğin Ege’nin sularında imha ediyor.
Ben bu farklardan ötürü, günümüzün siyasi zulüm pratiklerini av partisi modeliyle daha iyi anlayabileceğimizi düşünüyorum. Bu yaklaşım, mevcut direnç kapasitesini sıfır olma noktasına doğru sürüklüyor. Ama “sıfır noktası” her şeyin tükendiği yer değildir sadece. Yeni olan her şeyde işe sıfırdan başlamak esastır. Dönemin ruhuna özgü direniş pratikleri bu mantık içinden yeniden inşa edilebilir. Bunun için usta avcılarla ilgili anlatılan hikâyelere kulak kabartmakta yarar var. Söylendiğine göre çok iyi avcı olmalarına rağmen Bengal kaplanları, kurbanlarının yüzüne bakamaz, onlara sadece arkadan saldırabilirlermiş. Bunu öğrenen insanlar, korunmak için kafalarının arka tarafına da insan yüzünü andıran bir maske takar, kaplanların yanından salına salına geçerlermiş. Görülen o ki, avcıyla başa çıkabilmenin tek yolu, kaçmak veya saklanmak değil. Av olan kendi davranışlarını avcının gözüyle görmeye başladığında, ölüm korkusunun dehşetiyle içine düştüğü kovalamaca döngüsünden çıkar. O zaman işler tersine dönmeye başlar ve artık avcı av, av da avcı haline gelir.
Şairin şu dizeleri hep kulağımıza küpe olmalı: “tavşan korktuğu için kaçmaz/ kaçtığı için korkar.”
Ahmet Murat Aytaç Kimdir?
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
Bugüne kadar Türkiye'nin hiç gerçek anayasası olmadı ki 13 Şubat 2021
Her eylemci gerçek provokasyonu tanır 06 Şubat 2021
Kayıplar bir geri dönüş işareti mi? 30 Ocak 2021
Siyaset, suçu 'nezihleştirir' mi? 23 Ocak 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI