Yemek yapmak ve fabrika işgal etmek üzerine
İstiridyeler deniz ve mavi kokuyordu. Okyanus suyuyla yıkıyorduk. Pişince daha mavi oluyordu kabuklar. İstiridyenin yanında şampanya açıp içiyorduk…
İstiridyeleri cam bir kaba koydu. Üstüne deniz suyu boşalttı. Kabuklarına yapışmış deniz kestanesi dikenleri, küçük yosun parçaları ve biraz kum, suyu bulandırdılar ama istiridyeler daha çok parladı. Üstlerinde sadece okyanus kalmış gibi mavi oldular. "Mutlaka deniz suyuyla yıkamalısın" dedi Serge. Okyanus suyunu ben getirmiştim, iki kilometre kadar ötedeydi okyanus ve bazı geceler dalga sesleri eve kadar geliyordu. Bunu Serge’ye söylediğimde "bazen dalgalar da gelir" dedi. Gene yemek yapıyordu o sırada. Hep yemek yapıyordu o günlerde ve bazen üst kata çıkıyor, dünyanın çeşitli yerlerindeki yoldaşlarıyla konuşuyordu. Dünya devrimine ilişkin oluyordu daha çok ve içinde bol bol Troçki geçen.
Kelimelerden ibaret bir solcu değildi Serge. Buradan önce en son gördüğümde 2 bin kişinin çalıştığı bir otomotiv fabrikasının işgal komitesindeydi. İşgali örgütleyendi demek daha doğruydu tabii ki ama biz, kolektif adlandırmaları severiz oldukça. Solcular, biz dediğim. Brezilya’nın en büyük işgal fabrikasıydı bu. Mercedes’e filan parçalar yapıyordu. Fabrika iflas edip, maaşlarını ve tazminatlarını alamayınca fabrikayı işgal etmişti işçiler. Makineleri bankaların haciz memurlarına vermediler. Barikat kurdular kapıya, kendi bastıkları büyük su depolarını taşıdılar, arkasına kendi ürettikleri emaye muslukların hurdalarını yığdılar ve plastik klozet kapağının çelik kalıplarını. Üstlerine Mercedes arması attıkları da olmuştur. Barikatı havalı gösterirdi bu armalar. Hani arabanın önünde olur ya. Çocukken onu kırmak gibi bir alışkanlığımız vardı. Servet düşmanıydık sanırım o günlerde ve Bağdat Caddesi'nde lüks restoran camlarına işiyorduk bazen. Sonra daha olumlu şeylere yönlendirdik kendimizi, araba çalmak, banka soymak gibi…
Fabrikayı polisler iki yıl sonra işçilerden aldılar. Gerçek sahiplerinden yani. Bankalara verdiler, bankalar da eski sahiplerine iade etti. Lula, Brezilya İşçi Partisi'nin, işçi başkanı seyretti bunu. Lula oraya geldiğinde Serge de, bizim yattığımız odada kalıyordu. -Küçük bir çatı katı odasıydı. Kenarlara doğru gittikçe alçalıyordu. Penceresinin önünde istersen aşağı inebileceğin bir ıhlamur ağacı vardı. Okyanusun dalgalı günlerinde o da cama vurarak eşlik ediyordu.- Fabrikayı patron geri alınca işçiler işsiz kaldılar. Halbuki sadece patronun ödemediği elektrik parasını erteleseydi hükümet, işçiler gayet güzel çalıştırıyordu. Günde altı saat çalışıp, eski maaşlarını alıyorlardı.
Serge ise geleceğini garanti altına almıştı. Bir davadan iki yıl kadar ceza yemişti ve 100 kadar benzer davası vardı. "Cezaevi işte, geçim derdi filan olmaz" diyordu Serge. Gülüyordu. Özgürlük bir sürü insanın derdi değildi. Gerçekten yaşanmayan bir hayatın özgürlük talebi de pek olmuyordu. Serge’nin çok umurundaydı tabii. "Bu yüzden yemek yapıyorum. Her şeyi unutuyorum" diyordu.
İstiridyeler deniz ve mavi kokuyordu. Okyanus suyuyla yıkıyorduk. Pişince daha mavi oluyordu kabuklar. İstiridyenin yanında şampanya açıp içiyorduk…
Şampanya dediğime bakmayın, köpüklü şarap işte, 5 real…