Sahi ne istiyoruz?
Bizim Cengiz’in orada, Olimpos’ta, kendi yaptığımız kulübenin önünde oturuyorduk, kış sabahları. Güzel güneş alıyordu. Kahveyle beraber içine işliyordu insanın güneş. Sonra birimiz gidip mutfaktan, bir kaba biraz siyah zeytin koyuyorduk kendi topladığımız ve biraz zeytinyağı...
Sıcak su ve termos. Kahveyi ayrı alıyorum ve mutlaka kağıda sarılmış bir kahve fincanı. Öyle kağıt ya da plastik bardaklardan değil. Hayat bu, özen göstermek lazım ve mutlaka bir fazla kahve fincanı. Dünyanın neresinde olursa olsun tanıdık biri çıkabilir ya da hemen birisini tanıyabilirsin kahveyi paylaşacağın. Şeker yok. Kullanmadığım için çok üşeniyorum taşımaya. Bir de dökülünce yapış yapış oluyor her şey. Zaten bir entelektüel ölçüye döndü şeker kullanmamak. Her sohbette birkaç kitap, bir onun kadar yazar alıntısı etkisi yaratıyor. –Soma’da bir madenci köyünde kooperatif örgütlemeye çalışırken, sizin bütün arkadaşlar neden şekersiz içiyor, demişlerdi. Kooperatif kalmadı ama köyde birkaç şekersiz çay-kahve içen var.– Barselona’da küçük meydanları dolaşıyorum her sabah. Turizm rotasının dışında kalanları. Belki bazıları dahildir bilmiyorum ama termosta kahve içmiyorlardır. Şekersiz…
Cenevre’de Leman Gölü üstünde küçük bir adacık vardı. İki-üç ağacı da vardı. Ufak bir kara bağlantısı var ama ada işte. Her sabah saat altıda orada küçük bir klasik müzik konseri oluyordu. Belediye bandosuydu sanırım. Böyle deyince nedense insanın aklına borazanlar filan geliyor ama öyle değildi. Bir iki keman, bir iki yan flüt, bir obua, bir kontrbas – en çok onu çalmak isterdim, çok havalı görünüyor insan, ona sarılmış. Öyle mutlaka çok kalabalık filan da olmuyordu, eh sabah altı ama kahveleri ve kruvasanları ya da bazen küçük ekmeklere konmuş ince dilim peynirleriyle oturuyordu insanlar. Göle girenler vardı sabah serin de olsa biraz. Sonra işe ya da okula gidiyorlardı, hayatın muhtemel cehennem hazırlık kursları. Çok anlamıyorum klasik müzikten, "Bu parça bestelendiğinde metal enstrümanlar kullanılmaya başlamamıştı henüz" gibi, hazır havalı cümleler biliyorum o kadar ve çay-kahveyi şekersiz içiyorum.
Akşam Barselona sahilinde oturuyor insanlar. Bir iki bira açıyorlar ve bazıları bir şişe şarapla geliyor, genellikle kırmızı ve plastik bardaklar ama olsun. Kimse sahili parselleyip bir mafya finans alanı yaratmamış nedense. Mafyasızlık yüzünden üstleri kumlanıyor biraz. Hiç kavga eden görmedim şimdiye kadar ve herkesin ellerinden bira kutularını alıp, kimlik kontrolü yapan polisler. Etrafta ‘Çöplerinizi çöp kutusuna atın’ gibi her şeyi dışarı atmaya teşvik eden yönetici yazıları da yok. Hiç kimse dışarı çöp atmıyor filan da demiyorum ve her yere işiyor erkekler ama en azından bundan şikayetçi olmuyor belediye. Zaten bunun için kurmamışlar mı?
Bizim Cengiz’in orada, Olimpos’ta, kendi yaptığımız kulübenin önünde oturuyorduk, kış sabahları. Güzel güneş alıyordu. Kahveyle beraber içine işliyordu insanın güneş. Sonra birimiz gidip mutfaktan, bir kaba biraz siyah zeytin koyuyorduk kendi topladığımız ve biraz zeytinyağı o zeytinlerden sıkılmış, üç koca dilim ekmek belki dört, bir arkadaşın yaptığı ve anne reçeli. İnsanın kendi yaptığı bir kulübede uyuması güzel bir şeydir zaten.
Sahi biz ne istiyoruz da bu dünyayı, bu kadar çekilmez yapıyorsunuz? Neden bu öldürmek güzellemeleriniz? Neden bu kadar alçaksınız?