YAZARLAR

Çok kişisel bir yazı

Bizim coğrafyada katliamların, faili meçhullerin ya da hiç de meçhul olmayan faillerin bir türlü cezalandırılmadığı cinayetlerin yıldönümleri ne yazık ki hayatımızda güzel anların yıldönümlerinden daha fazla yer tutuyor. Bir de darbelerin, darbe girişimlerinin, OHAL ilanlarının yıldönümleri var…

Malum, yıldönümü deyince insanların aklına evlendikleri, sevdiklerinin, çocuklarının doğduğu, ne bileyim başlarına güzel bir şeyin geldiği gün gelir. Yani normal bir coğrafyada doğan normal insanlar için yıldönümü böyle olsa gerek. Hani hiçbir gerekçe sunulmaksızın pasaportlarına el konulan ve yenileri de verilmeyen bizlerin gidemediği o uzak diyarlardan söz ediyorum. Bizim coğrafyada ise katliamların, faili meçhullerin ya da hiç de meçhul olmayan faillerin bir türlü cezalandırılmadığı cinayetlerin yıldönümleri ne yazık ki hayatımızda güzel anların yıldönümlerinden daha fazla yer tutuyor. Bir de darbelerin, darbe girişimlerinin, OHAL ilanlarının yıldönümleri var… Doğduğumuz coğrafyanın bize yıldönümü adına sundukları pek de iç açıcı değil. Şimdilerde benim ve onlarca arkadaşım için bir başka yıldönümü yaklaşıyor:7 Şubat KHK’sı ile ihraç edilişimizin yıldönümü.

Barış İmzacıları’nı ve muhalif kamu çalışanlarını başta darbeciler ve FETÖ mensupları için olduğu ileri sürülen ihraç listelerine koyma uyanıklığını göstermek için yöneticilerin ve iktidarın 2017’nin Şubat ayına kadar beklemesine gerek kalmamıştı kuşkusuz. Fetöcülerden çok barış imzacılarını ihraç eden Ankara Üniversitesi Rektörü henüz darbe girişiminin üzerinden 45 gün geçmişken yayınlanan 1 Eylül tarihli ihraç listesine 8 barış imzacısının isimlerini yazmakta tereddüt etmemişti. Birkaç ay sonra, 6 Ocak tarihinde ikinci bir dalga ile aynı üniversiteden 9 barış imzacısı yine ihraç listesine eklendi. 7 Şubat tarihli KHK’yı ise üniversite yönetimi adeta barış imzacılarına tahsis etmişti. Benim de aralarında olduğum 72 arkadaşımın ismi listedeydi. Böylece, rektörün kendi ifadesiyle üniversiteden “temizlenmiş” olduk.

Yazıya başlarken niyetim, barış imzacılarının ve muhalif akademisyenlerin üniversiteden tasfiyesinin bu geçen bir-bir buçuk yıl içinde Türkiye’deki üniversiteler açısından ne gibi sonuçlara yol açtığını değerlendirmekti. Sonra bu konu üzerinde şimdilik epeyce yazıldığına karar verdim. Belki bundan bir süre sonra yeniden bütün bu tasfiyelerin zaten pek kısır ve sorunlu olan Türkiye akademisine nelere mal olduğuna dair hakkaniyetli bir değerlendirme yapılabilir. Ben ise şimdilik ünlü feminist slogan “kişisel olan politiktir”in gücüne sığınarak kişisel hikâyeme dönüp, üniversiteden tasfiyemin sene-i devriyesinde geçirdiğim bir yılda neler yaşadığıma odaklanacağım.

CÜBBEYİ ÇIKARMAK

Hayır, 10 Şubat’taki büyük Cebeci buluşmasında kampüsün girişinde cübbesini yere serenler arasında değilim. Aslında o sabah ben de İletişim Fakültesi’ndeki odama giderek cübbemi alıp dışarıdaki arkadaşlarıma katılmak üzere yola koyuldum. Ne var ki ben girişe doğru ilerlerken polis gaz atmaya başlamıştı. Gazın değil kendisine, uzaklardan gelen zerreciklerine dahi ağır bir alerjik tepki verdiğim için fakülteye geri dönmek zorunda kaldım. Bir doktora öğrencisi ile birlikte odama sığındık. İçeri gaz girmesin diye cübbeyle kapının altındaki boşluğu tıkadık.

Cübbe akademik hiyerarşiyi gösterir; işgal ettiğiniz makamın ciddiyetini simgeler. O hiyerarşiye dâhil olduğunuzda giydirirler size ilk. Doktora tezimi savunduğum jüride giyip giymediğimi hatırlamıyorum ama doçentlik sınavımda bana cübbe giydiren olmadı. O zamanlar sosyal medya olmadığından ya da pek fazla kullanılmadığından olsa gerek, ben de pek önemsemedim. Yani şimdilerde moda olduğu üzere cübbeli bir fotoğrafımı facebook’ta instagram’da paylaşmışlığım yok. Sanırım benim kuşağım için cübbe giymek sıkıcı bir ritüelden fazlasını işaret etmiyordu. Esas olan cübbeyi giyip giymemek değil, sınavları hakkıyla vererek akademik camiaya kabul edildiğini, yani artık alanındaki literatüre katkı yapmış ve bu katkılarıyla kabul görmüş bir akademisyen olduğunu bilmekti. Cübbeyi daha çok üniversitenin açılış törenlerinde ve mezuniyetlerde, bir zorunluluk olarak giyenlerdendim. Bu törenlerde eğer mevsim bahar ya da yaz ise, hele ki kapalı ve kalabalık bir salondaysanız tahammül edilmez biçimde sıcaklarsınız cübbenin altında. Sonra yakasından sarkan bantları düşürmeden taşıyabilmek için geniş omuzlarınız, güçlü bir sineniz olması gerekir. Yoksa yerinde durmaz, uygunsuzca aşağı sarkarlar. Yani konforsuz bir şeydir cübbe. Yine de bir geleneği temsil ettiği için değerlidir. O gelenek içinde, önünde düğmesi olmayan cübbenin sahibi, bilginin dışında hiçbir şeyin önünde eğilmeyecektir. Bildiğini söylemekten çekinmeyecektir. Cübbelerimizin yerlere serilmesiyle sonuçlanan süreç, tam da bununla ilgiliydi. O güne kadar yaşadığımız tüm baskılara, tehditlere rağmen doğru bildiğimizi söylemekten vazgeçmemiş, pişmanlık duymamıştık. İşte o 10 Şubat gününde, geleneğin bize söylediğini yaptığımız için başımıza gelenler, o cübbeleri giymenin artık bir anlamı kalmadığını gösteriyordu. Böylece daha önce de defalarca kampüse girerek gaz yağdırmış olan polisin attığı gaza karşı korunmak için bu sefer kapının altına serdiğim cübbe, mevcut durumdaki en hakiki işlevini bulmuştu.

'ÇOCUĞUM MORFİN YUTMUŞ GİBİYDİ, KENDİNE GELDİ'

İtiraf etmeliyim ki, zaten beklediğim bir şey olan ihracım beni epeyce rahatlattı. Haberi gece bir dostumdan aldım. Zor ve bölük pörçük de olsa, telefonumun sesini kısıp uyudum. Ertesi sabah uyandığımda, omuzlarımdan bir yük kalkmış gibi hissediyordum. Daha önceden planladığım gibi, oğlumu göz doktorundaki randevusuna götürdüm. Hepsi bu kadardı. Artık öğrenciliğimle birlikte 27 yılımı geçirdiğim okula gitmeyecek, aralığa bakan küçücük odamda çalışmayacak, çok sevdiğim, her sene aynı heyecanla yeniden hazırlandığım derslerime giremeyecektim. Bunca yıldır yalnızca yaşamak ve geçimimi sağlamak için değil, kendimi var kılmak için bildiğim tek işi yapmayacaktım. Benim gibi mekânlara, eşyalara, yaşadığı yere ve günlük ritüellerine aşırı bağlı bir insan için ne büyük değişiklik. Üzgün olmam gerekmiyor muydu bu durumda? Belki o güne kadar o kadar çok üzülmüştüm ki, elimde bu son duruma sarf edecek üzülme kalmamıştı. Annemin birkaç gün sonra dedikleri en iyi özetliyor o anki ruh halimi: “Çocuğum morfin yutmuş gibiydi, kendine geldi.”

Şöyle açıklamaya çalışayım: Oldum olası doğru bildiğinden şaşmayan biriyim. Baskıya, biat etmeye, yalana dolana sığınıp küçük hesaplarla hareket etmeye, ikiyüzlülüğe tahammül edemem. Yanlış bulduğum bir şey varsa, karşımdakinin kim olduğuna bakmaksızın söylerim. Zor, hatta huysuz bir insan olduğum söylenebilir bu yüzden. İlef’in özgürlükçü akademik ortamı, uzun yıllar bildiğim yolda ilerlemem için bir sığınak olmuştu. Birkaç yıl öncesine kadar, en azından çoğunlukla nezaket ve karşılıklı saygı kuralları çerçevesinde kuruluyordu ilişkiler; iktidar oyunları ya da kişisel yakınlıklar değil, hakkaniyet ve liyakat esas alınıyordu; korkmadan, baskı görmeden, dilediğim konularda çalışmalar yürütüp dersler verebiliyordum. Ardından, ülkenin değişen atmosferi bizim küçük vahamıza da hâkim olmaya başladı… Sonrasında olanları biliyorsunuz. Barış Bildirisi’ni imzalayıp da televizyon ekranlarından hakaretlere, hedef göstermelere maruz kaldığımızda, isimlerimiz fotoğraflarımızla birlikte teker teker yayınlandığında, okulun yarısı basitçe “bu arkadaşlarımızın ifade özgürlüğüdür” diyen bir fakülte kararının altına imza atmaktan kaçındı. Geriye kalanların çoğunu zaten bizler oluşturuyorduk. Yani kendi ifade özgürlüğümüzü savunan bir fakülte kararının altına yine kendimiz imza atmak zorunda kalıyorduk. Sonradan başımıza gelenlere çok üzüldüğünü söyleyenler de vardı o gün o kararı imzalamaktan çekinen ya da bile isteye imzalamayanların arasında; içten içe veya açıkça sevinenler de. İşte bu insanlarla her gün yüz yüze gelmek, üzerine hiç yoktan çıkardıkları başka başka sorunlarla baş etmeye çalışmak ve arkadaşlarım birer birer ihraç listeleriyle okuldan atılırken hâlâ orada olmak giderek daha zor ve yorucu olmuştu benim için. Nihayetinde benim de sıram geldiğinde, onca yıllık emekleri bir kalemde heba edilen arkadaşlarım adına çok üzüldüm ama kendi adıma rahatladım.

EVDEKİ ÜCRETSİZ EMEKLE TANIŞMAK YA DA YEMEK TARİFLERİYLE BOĞUŞMAK

Artık bir işim olmadığına ve haneye giren gelir dikkate değer biçimde azaldığına göre, gündelik hayatımızı, harcamalarımızı ve tüketim alışkanlıklarımızı yeniden düzenlemek zorunda kalacaktık. Yeni hayatımızın ilk hamlelerinden birisi, çocukların bakımı ve evdeki günlük işlerle uğraşan bakıcımıza yeni bir iş bulmak oldu. Böylece, uzun yıllardan sonra, kitaplardan okuduğum evdeki ücretsiz emeğin gerçekte neye benzediğini bizzat deneyimlemeye başladım. Annem, beceriksizce çabalamalarıma gülüp geçerken, “Tabii, biz seni bu işler için kodlamamıştık, sen okuyup yazmaya programlanmıştın. Şimdi zorlanman doğal” diyor. Ben ise hâlâ nasıl olup da tarifine göre hazırlama süresi 20 dakika olan bir yemeği bir saatten önce ocağa koyamadığımı anlamaya çalışıyorum. Bu sırada, günlük işlerin bir kadının hayatında ne kadar büyük bir yer işgal ettiğini, ne kadar çok zaman aldığını ve bütün çabalamaların ne denli nafile olduğunu görmüş oldum. Hele de iki küçük çocuk ve iki sevimli kediyle her şeyin eski dağınık ve pis haline dönmesi bazen birkaç dakika ya da en iyi ihtimalle birkaç saat sürüyorken; onca emek verip yaptığım yemekler bir çırpıda “ben onu yemem” sözüyle bir kenara itilebiliyorken, ev işlerinin kadınlar için neden bu denli yıpratıcı olduğunu anlamak hiç de zor değil. En zoru da, sanırım bütün bu işleri yaparken, ortaya hiçbir somut ürünün çıkmıyor oluşu.

HEYBEMİZE DOLDURDUKLARIMIZ…

Üniversitenin çatısı altında geçirdiğim 27 yıl boyunca, tatiller de dâhil, bir konu üzerine çalışmadığım bir zaman dilimi hatırlamıyorum. İşimi çok severek yaptım. Üretmekten, okumaktan, yazmaktan, öğrenmekten ve bir şeyler ortaya koymaktan büyük keyif aldığım için hep çalıştım. Bu açıdan, bir kurum olarak akademinin içinde ya da şimdiki gibi “dışında” olmanın büyük bir değişiklik getirdiğini söyleyemem. Ancak “dışarıda” geçen bu bir yıl içinde, kampüsün parmaklıklarla çevrili yaşam alanının dışında da hayatın devam ettiğini, birbirini anlayan ve seven insanlarla bir arada ve dayanışma içinde olmanın ne denli kıymetli olduğunu gördüm. Tanıdığım ancak bir dersten öbürüne koşuşturma içindeyken bir arada vakit geçirmeye fırsat bulamadığım çok sayıda meslektaşımı, arkadaşımı yakından tanıma şansım oldu. Dayanışma Akademileri’ndeki derslerimizde, üniversitenin duvarlar arasında değil, bugün hâlâ bilgiye, birlikte üretmeye ve anlamaya değer veren insanların zihninde olduğunu gördüm. Demokrasi ve insan hakları arayışında ortaklaştığımız sivil toplum örgütleriyle birlikte üretmenin ve mücadele etmenin ne denli kıymetli olduğunu, bu mücadelenin insanların hayatında bir değişiklik yapmaya ne denli yakın olduğunu bir kez daha anladım. Kısaca üretmenin ve birlikte bir şeyler ortaya koymanın başka yollarıyla tanıştım. Bu, neredeyse her gün yeni bir şeyler öğrenmeme olanak tanıyan bir süreç oldu.

Bu bir yıl işte böyle geçti. Daha yapacak çok iş, öğrenecek çok şey, yazacak çok yazı var. Ama günü gelip de bu karanlık aralandığında üniversitelere geri döneceğiz ve heybemize doldurduklarımızla oraları da değiştireceğiz. Başka türlüsü mümkün, ben bunu gördüm, biliyorum.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.