YAZARLAR

1/5 nispetinde şöhretli bir akademisyendi!

Yıllardır izlediği tartışma programlarının birinin kahramanı olacaktı bu akşam. Kim bilir belki de ilk kez bir ekran yüzüne, “Yalnız sözümü kesmeyin lütfen” deme fırsatını bulacaktı. Yalnızca üç saat sonra seksen milyon kendisini izleyecekti. Hadi diyelim bir kısmın işi var, çoluk çocuk filan, en az altmış milyondu. Saçını son kez düzeltirken sayının otuz kırk milyon da olabileceğine ikna olduğunda, kapı çaldı...

Kendisi gitmek istiyordu bakkala, markete. Eşi ve çocuklarına izin vermiyordu. Evden çıkmasıyla bakkala varması arası ortalama hızda bir yürüyüşle yalnızca üç buçuk dakika sürüyordu. Geçmesi gereken bir cadde, sağında bıraktığı otobüs durağı ve bir iki dükkan. Bakkal orta yaşın biraz üzerinde, arada bir çırağına çıkışan ve arada bir çıkışmanın çıraklık eğitiminde ne denli önemli olduğuna inanan biriydi. Ancak aslen Kırşehirli olan bakkalın en beğendiği, sevdiği özelliği bu değil, kendisini gördüğünde ayağa kalkarak “Hocam hoş geldiniz,” deyişiydi. O esnada yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yerleşiyor, hakim olmak istediği bu gülümsemeye giderek düzleşen kamburu eşlik ediyor, bakkalın bu jesti, daha dik durmasını da sağlıyordu. Dükkana gelene dek yolda geçirdiği üç buçuk dakikada mütemadiyen sağa sola bakıyor, kendisine bir bakan olup olmadığını anlamak için göz ucuyla otobüs durağındakileri, hemen köşe başındaki kuru temizlemeci ve yanındaki berberin koltuğunda oturanın onu görüp görmediğini anlamaya çalışıyordu. Geçen gün berberde Fotomaç okuyarak sırasını bekleyen müşteri onu tanımış ve berbere baş işaretiyle göstererek bir şeyler söylemişti. Gördüğünü hissettirmemeye çalıştığı böylesi anların hazzı anlatılamazdı. Yolda, otobüste, vapurda ve taksi duraklarında birileri tarafından tanınma ihtimali onu ekranlara biraz daha bağlıyordu.

Tartışma programlarının sevilen yüzü olma olasılığını fark edişi, aylar önce süpermarketteki yaşlı kadının yanına gelerek “Sizi izledik beyimle geçenlerde, çok güzel konuştunuz, maşallah,” deyişiyle başladı. Aslında hemen hiç bilmediği bir konu hakkında konuşmuştu ama demek ki beğenilmişti. Akademik yaşamı kendince parlak sayılırdı. Yıllar önce, büyük üniversitelerden birine girmek istemiş, olmayınca büyük üniversitelerden bir diğerine girmek istemiş, o da olmayınca o kadar da büyük olmayan bir üniversitede iş bulmuştu. Yıllardır, büyük üniversitelerin hiç de önemli kurumlar olmadığını, oralara girmek isteyenlerin hata ettiğini, çoğunun makyajdan (evet, bu sözcüğü tercih ediyordu) ibaret olduğunu, zaten torpil olmadan hiç kimseyi oralara almadıklarını düşünür ve anlatırdı çevresine. Çok sevdiği düşüncelerinden biri, belki de en çok sevdiği düşüncesi buydu. Düşüncelerine çok önem veriyor, büyük üniversitelere tenezzül etmeden de çok önemli düşüncelerin sahibi olabileceğini biliyordu. Yüksek lisans ve doktora aşamalarında hocalarının çok desteğini görmüş, jürileri son derece uygun bir biçimde tanzim edilmiş, hemen hiç zorlanmadan tüm aşamaları geçmişti. Çevresindekiler son derece doğru bir düşünceyle, kendi düşüncesinden olanları kollamak yanlısıydı. Olması gereken de buydu; bilimsellik ve yarışta eşitlik adı altında kurumlara her önüne gelenin alınmasına karşıydı. Önemli olan bir akademisyenin bilimin evrensel yöntem ve ilkelerini izlemesi değil, yerli ve milli nitelikte bilim şiarını edinmesiydi. Akademik süreçler, geçilmesi gereken mecburi aşamalardı ve bunların nasıl geçilecekleri yalnızca ayrıntıydı.

Bir yıl önce o gün önemli TV kanallarından birinden gelen telefonda, bir yakınının önerisi üzerine arandığını söylüyordu kibar kadın sesi. Akşam bir tartışma programı vardı ve konusu Osmanlı’dan günümüze modernleşme, gibi bir şeylerdi. Heyecandan konuyu tam olarak duyamasa da mutlulukla “Tabii ki,” dedi. Onu aldıracaklardı, yayından iki saat önce orada olması gerekiyordu, yayın da yaklaşık iki saat sürecekti vesaire... TV’den aracın gelişine yalnızca dört saat vardı. Bu arada derse gitmesi gerekiyordu ama onu halledebilirdi. Ne yapacağını bilemez halde telaşla evin içinde dört dönerek düşünüyor, ne giymesi, ne söylemesi gerektiğini hesap ediyordu. Terliyordu. Spor mu giyinecekti? Fazla laubali bulunabilirdi. Takım elbise giyse? İyi de en iyi takım elbisesi düğünde giydiğiydi ve böyle bir akşamda, yakası saten işlemeli bir ceket ile yanı siyah şeritli pantolon fazla afili kaçabilirdi. Delirmek üzereydi. Not mu almalıydı? Ne konuşulacağını bilmiyordu ki. “Ya bilmediğim yerden çıkarsa,” diye düşündü bir an. Telaşı artıyordu. Yıllardır giymediği lacivert bir ceket ile içine canlı renklerde gömlek, altına da yalnızca bir kez giydiği kanvas, bu akşamı çıkarmasına yetebilirdi belki. Işıkları, kameraları, makyaj odasını düşündükçe bayılacak gibi oluyordu. Giyindi, giderek seyrelen saçlarını arkaya doğru yapıştırdı, yeşil kravatını takıp yakın bir renkteki mendiliyle de ‘kombin’ yaptı. Aynanın karşına geçerek kendi kendine bir şeyler söylüyor, biraz önce eve gelmiş eşine nasıl göründüğünü soruyor ve onun telaşlı sözleri heyecanını daha da artıyordu. Yıllardır izlediği tartışma programlarının birinin kahramanı olacaktı bu akşam. Kim bilir belki de ilk kez bir ekran yüzüne, “Yalnız sözümü kesmeyin lütfen” deme fırsatını bulacaktı. Yalnızca üç saat sonra seksen milyon kendisini izleyecekti. Hadi diyelim bir kısmın işi var, çoluk çocuk filan, en az altmış milyondu. Saçını son kez düzeltirken sayının otuz kırk milyon da olabileceğine ikna olduğunda, kapı çaldı...

Işıklar altında, sağa sola koşuşturan görevliler... Daha önce program deneyimi olanlar kendi aralarında kahkahalarla sohbet ediyordu. Onu sunucuya en uzak noktaya, dördüncü sandalyeye oturttular. Yeniydi ne de olsa, hiç dert etmedi bunu. Yanındaki üç kişi ve karşılarında oturanlarla birlikte toplam sekiz testi gibi dizilmişlerdi. Yüzlerin hepsi tanıdıktı. Hemen karşısında oturan konuk, daha önce Batılı düşünürlerin ne denli rezil insanlar olduğunu ifşa ettiğinde takdir edilmişti. İki sağ yanında oturanın ise defalarca emperyalistlere yüklendiğini, vatan söz konusu olduğunda gerisinin boş olduğunu ve üst akla vurgu yaptığını hatırlıyordu. Kendi sırasında sunucuya en yakın oturan ise geçen hafta, devlet menfaatleri söz konusu olduğunda hukuku savunmanın açıkça vatana ihanet olduğunu söylemiş, sosyal medyada büyük destek görmüş, “Allah yar ve yardımcın olsun” iltifatlarına mazhar olmuştu. Bu sözleri kendisinin de en güzel bir biçimde sarf edebileceğini gayet iyi biliyordu.

Üç, iki, bir... Müzik. Sunucu işini ustaca yapıyordu. Bazen gerginliği bilerek tırmandırıyor ve o anda birinin sözünü kesip diğerine veriyordu. Sıra kendisine geldiğinde heyecandan can vermek üzereydi artık. Sunucu “Peki siz ne diyorsunuz, sizce de modernleşme kültürümüzle asla bağdaşmayan bir çaba mıydı?” sorusunu yöneltince, tüm cesaretiyle, “Efendim, Batı’nın malum yüzünü...” der demez, sunucu “İsterseniz reklama girelim, sonra devam edersiniz,” diyerek gülümsedi. Lafı ağzına tıkılmıştı ama olsun, bu işler böyle başlardı. İkinci, üçüncü derken gün gelir, “Lütfen sayın sunucu, hep sözümü kesiyorsunuz,” diyerek çıkışmasını da bilirdi. Sabretmeliydi...

Batılılaşma siyasetinin kültürümüz ve dinimizle ne denli bağdaşmaz olduğunu, Müslüman’ı dinden imandan çıkarmayı hedeflediğini, tümüyle özenti olduğunu ve cumhuriyetin de bu sağlıksız durumu devam ettirdiğini söyleyip sonunda “Bugün artık özümüze dönme zamanıdır,” diyerek bitirmesi, sosyal medyada gündem olmasını sağlamıştı. Zaten diğer konuşmacılar bir şeyler söylerken onları dinlemiyor, elindeki telefonundan Twitter'daki tepkileri kontrol ediyordu. Bir kaç elitist çapulcu vatan hainini saymazsa, tepkiler harikaydı çok şükür. Program sonrasında sunucu teşekkür ederek yine görüşebileceklerini söylediğinde, elini kolunu nereye koyacağını şaşırmış ama belli etmeyerek, “Kısmet artık,” demekle yetinmişti.

O gün yaşamı değişmişti. Giderek artan sıklıkta her hafta en az iki programa davet ediliyor, hemen her konuda görüşlerine baş vuruluyordu. İlk günlerde her konuda konuşamayacağını düşünse de bir süre sonra bunun ne denli gereksiz bir endişe olduğunu anladı. İnsanlar düşüncelerine değer veriyorsa, konu ne olursa olsun konuşmak bir vatan göreviydi aynı zamanda. Yaşadığı memleket zor zamanlardan geçerken konuşmamak olmazdı. Birkaç ayda, her konuda konuşabilmenin püf noktalarını da öğrenmişti. Konuyu bir iki saat önce öğreniyor, o konuda hızlı bir internet araştırması yapıyor, adını asla anmayacağı yazarlara şöyle bir bakıp küçük kağıtlara not aldıktan sonra yol boyu içinden tekrar ediyordu. Bütün mesele ufak tefek bilgi kırıntılarını, genel geçer ifadelere yedirebilmekteydi. Geçen gün yine aynı kanalda ABD ile ilişkiler konuşulurken, bir yerden okuduğu Johnson mektubunun adını andı ve içeriğine girmeden “Artık o günler geride kaldı, milli duruş zamanıdır,” diyerek bilgi kırıntısını genel slogan içinde eritince çevresindekiler, "doğru tabii" diyerek onayladı. Önemli olan mesajı doğru verebilmekti. Yine bir başka kanalda sendikal haklar tartışılırken de, “Memleket olağanüstü koşullardayken bunları tartışmayı dahi ayıp buluyorum,” diyerek sıyrılmıştı işin içinden. Ama en güzeli, geçen ay sosyal demokrat bir hukukçuya ağzının payını verdiği andı. Hukukçu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bir kararından söz edince, “Hangi Avrupa, teröre destek veren Avrupa mı?” tepkisiyle herifi nakavt etmişti. Artık nerede ne söyleyeceğini çok iyi biliyor ve yaklaşık altmış yetmiş civarında sözcükle önüne geleni perişan edebiliyordu.

Şöhreti yakalamaya başlamıştı. Hak ettiğini düşünüyordu. Diğer şöhretlerden eksiği yoktu fazlası vardı. İki, üç takım elbise ve renkli kravatlarla görsellik işini de kotardığını varsayıyor, çevresi tarafından takdir ediliyordu. Eşinin hayranlık dolu bakışlarını fark ediyordu nicedir. Gittiği her yerde tanıyan birileri çıkıyordu karşısına ve yılların intikamını alırcasına bakıyordu çevresine. Tanımayanlar ya da tanımalarına rağmen tanınmamış gibi yapanlar muhtemelen çapulcu elitistlerdi ve onların bir hükmü yoktu artık. Allah yar ve yardımcısıydı nihayetinde. Geçen hafta yine büyük bir kanal arayıp TSK’nin sınır ötesi harekatıyla ilgili programa davet ettiğinde, hemen kabul etmiş; internete girerek program esnasında adını kesinlikle vermeyeceği, biri hayli huysuz görünen bir müstafi diplomat, diğeri uzun saçlı Ortadoğu uzmanı iki muhalif yazarın düşüncelerini okumuştu Gazete Duvar’da. Hızlıca not çıkarmıştı. Gerçi bu kez durum biraz karışık görünüyordu. Çok sayıda devlet, karmaşık ilişkiler ve sürüsüne bereket örgütten söz ediyordu elitist yazarlar. Program günü geldiğinde hâlâ isimleri ve ilişkileri ezberlemeye çalışıyor, içinden sürekli tekrar ediyordu.

Buna mukabil içi rahattı. Hatırlayabildiği bilgileri genel sloganlar arasına serpiştirmek konusunda uzmanlaşmış sayılırdı. Sıkıştığı yerde “Küresel boyutuyla bakmak lazım,” “Burada önemli olan tek şey memleketin bekası,” “Yeri gelmişken TTB’nin yaptığı açıkça ihanettir,” “Herkes hacamatçılardan ders almalı, vatan sevgisini öğrenmeli” diyerek işin içinden çıkabilirdi. Bazen, bir yandan havaya bakar ve çıkardığı notların içinden tekrarını yaparken, diğer yandan çevresini süzüyor, insanların tanıyıp tanımadıklarını anlamaya çalışıyordu. “Sayın hocam, haddim olmayarak tebrik ediyorum,” en beğendiği iltifattı. Hak ettiğini düşünüyordu...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.