İntihar eden kadınlar ve sığınamayan çocuklar
Bundan yaklaşık 2,5-3 yıl önce İzmir’de bir esnafın mendil satan bir sığınmacı çocuğa tekme tokat şiddet uyguladıktan sonra el kadar çocuğun burnunda kanla ve kaymış şapkasıyla ağladığı fotoğraf geliyor hep gözümün önüne. Boğulacak gibi oluyorum. Bütün gece ağlamıştım o haber üzerine. Adam hakkında soruşturma başlatılmıştı sonradan ama ben unutamadım o olayı ve de fotoğrafı. O çocuk unutabildi mi acaba?
Bazı günler gereğinden fazla ağır geçer. Geçtiğimiz haftanın günlerinden biri de, o pek ağır günlerden biriydi. Değineceğim aynı gün içerisinde yaşanmış iki meselenin de hassasiyetine binaen, burada yazma gereği duyuyorum.
İlki, ikinci celsesi görülecek olan bir kadın cinayeti vakası. Haberlerde detayları verildi. Ben burada öncelikle bir insan, daha sonra bir kadın ve hukukçu olarak konuya dikkati çekmeyi bir vicdan borcu kabul ediyorum. Zira, dosya daha ikinci celseden hiç de hoş olmayan bir gidişat içerisine girdi. Şöyle ki;
Netice Taşdelen 32 yaşında, iki çocuk annesi bir kadın. Geçtiğimiz yıl bu vakitlerde 29 yerinden bıçaklandı ve beşinci katta bulunan evinin balkonundan aşağı atılmak suretiyle, vaka-i cinayete intihar süsü verildi. Emin konuşuyoruz; çünkü kadının bıçaklanma biçiminden tutun da düşüş yönüne kadar tüm deliller bu yönde. Hatta dosyadan alınan ilk adli tıp raporunda darbelerden 11’inin öldürücü olduğu tespit edildi. Kadının kocası ilk olayın hemen ardından tutuklandı, halen tutuklu. Esasında olayın çokça tanığı var; fakat herkes ağız birliği yapmış gibi kimse bir şey bilmiyor nedense. Tüm beyanlar, her şey güllük gülistanlıkken, kadının birdenbire kendini banyoda meyve bıçağıyla 29 yerinden bıçaklayıp, battaniyeye sarılarak mutfağa yürüdüğü ve balkondan aşağı atladığı yönünde!
İlk celsede adli tıptan tekrar rapor alınması talep edilmişti. Bilin bakalım ne oldu? Adli tıp bu defa, şöyle dedi: Kadının, 29 yerinden kendini bıçaklaması ve kalkıp yürüyerek kendini balkondan aşağı atması mümkündür!
İnsan, bu raporu veren bilirkişiler çıldırmış olmalı, diye düşünüyor tabii doğal olarak. Düşünsenize, kendinizi banyoda meyve bıçağıyla 29 yerinizden bıçaklıyorsunuz, üstelik bunların 11 tanesi öldürücü. Bileğinizi de kesmişsiniz. Bir battaniyeye sarılıyorsunuz, banyodan çıkıp koridoru geçip, mutfak balkonundan aşağı atlıyorsunuz. Ama bu arada koridorda falan hiç kan izi yok. Meyve bıçağının üzerinde de hiç parmak izi yok. Mutfakta kanlı bir battaniye daha var. Ve balkon korkuluklarına da tutunmadan atlamışsınız, ne kan var ne parmak izi. Ve daha bir sürü tuhaf şey var. Ya da yok. İlginç değil mi?
İşte böyle bir vakada, böyle bir rapor geldi. Olayın şahitlerinden biri de kadının yedi yaşındaki küçük kızı. Kızcağız da ifade verdi ikinci celsede. Ezberletmişler her şeyi tabii ki. Daha önceki ifadesinde “Herkes her yeri temizliyordu!” diyen küçük kız, sonradan ardı ardına ezberletilmiş birkaç cümleyi tekrar edip durdu. Neden? Çünkü büyük ihtimalle babasına kavuşmak istiyor ve “yetişkinler” de bu durumu kullanıyor.
Evet, biliyoruz ki; kimse suçu kanıtlanmadan suçlu sayılmaz. Fakat dosyada onca tuhaf ve cinayet olduğunu gösterir delil mevcut iken, kadının kendini yukarıda özetlediğim şekilde bıçaklayıp intihar edebileceğine ilişkin rapor vermek de neyin nesi? Bilirkişiler, kadın cinayetlerinde bu tarz “tuhaf” raporlar verebiliyorlar zaman zaman; fakat bu kadar kolay mı? Sıradan bir vatandaş olarak dahi okusan dosyayı, cinayet olduğunu apaçık anlarsın konunun ve elin gitmez böyle bir rapor vermeye. Yanlış anlaşılmasın, bilirkişilere bilimsel olanın dışında rapor düzenleyin demiyoruz; fakat öncelikle oturun elinizdeki dosyayı objektif bir şekilde okuyun, bilginizi, aklınızı ve vicdanınızı dosyada mevcut delillerle birleştirerek, ciddiyetle rapor düzenleyin. İnsaf!
Bizler Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu olarak davaya müdahil olmuş durumdayız. Konunun peşini bırakmayacağız. Bu yazıyı okuyan, sesimizi duyan herkesi de bir dahaki celse desteğe davet ediyoruz.
Bununla birlikte, hukuk tek başına teknik olarak uygulanmakla her zaman adalet yerine gelmez. Adalet denilen şey, teknik kurallar bütününden çok daha derinlikli yerlerde gizleniyor olabilir. Bu kadim bir meseledir. Fatih Akın’ın son filmi “Paramparça” tam da bu meseleye dokunan bir film. Cannes’da en iyi yabancı film ödülü alacak kadar iyi bir film mi tartışılır; fakat anlatmak istediğim şeyi son derece iyi anlatan bir film olduğu kesin. Faillerinin kim olduğu apaçık ortada olan ve yargıçlar dahil herkes tarafından bilinen bir olayda, adaleti sağlamada hukukun yetersiz kalabileceğini ve faillerin beraatini anlatıyor.
Hak denilen şey, çok keskin bir duygu. İnsan haksızlığa uğramışlık duygusundan ölebilir. Netice Taşdelen, bir garip kadın, bir garip can, artık bu dünyadan gitmiş olabilir. Onu hiçbir çaba geri getiremez. Fakat, suçluya hak ettiği cezayı vermezseniz, bu dünyadan bir canın ötesinde çok fazla şey çalmış götürmüş olursunuz. Hakkın yerini bulmaması, sadece hakkın yerini bulmaması değildir; aynı zamanda haksızlık edenin ödüllendirilmesi anlamına gelir. Ki bu da geride kalan ve yaşamaya devam eden tüm sistemi alt üst eder.
Bir insan öldüğünde yahut öldürüldüğünde, geride bir hatıra bırakır. Çoğumuz yaşarken bunu isteriz öyle değil mi? Geride bir iz bırakmak. Kadın cinayetlerinde; bu bir başına bırakılmış, bastırılmış, kapatılmış “bir garip” kadınların çoğu geride bir iz dahi bırakamıyor biliyor musunuz? Çocuklarının hafızalarından dahi silinmeye çalışılıyor anneleri. Netice Taşdelen vakasında da; davayı takip eden Platform üyesi arkadaşım şöyle bir cümle kurdu saatler süren ilk celsenin ardından: “Kadının anısını çocuklarının hafızasından dahi silmeye çalışıyorlar. Sanki hiç yaşamamış gibi…”
Adalet bu değil.
Bunu söyleyebilmek için hukukçu olmaya gerek yok. İnsan olmak yeterli.
Bahsi geçen olayın ikinci duruşmasından çıktıktan sonra, metrobüste, yukarıdaki cümleyi kuran arkadaşımla şahit olduğumuz diğer bir olay, adaletsizlik duygusunu en saf haliyle bir kez daha yaşattı bize:
Metrobüse biri 6-7 diğeri 11-12 yaşlarında iki çocuk bindi. Şoför birden bağırmaya başladı çocuklara. Daha biz ne olduğunu anlayamadan yerinden kalkıp kendi bölmesinden çıktı ve büyükçe olan çocuğa doğru atıldı. Şoförün yerinden kalkışının arkasından gelecek hareketi az çok kestirdiğimden, adamın çocuğa atılmasıyla ben de yerimden fırladım. Benim fırlamamla insanlar da harekete geçti ve adamı zar zor yerine oturttuk. Bu esnada adam çocuğa fiziksel şiddetini uygulamış oldu tabii ve çokça hakaret etti. Bizim sözlerimiz üzerine de küfürlerine devam etti. Peki konu neydi? Konu şuydu; çocuk aracı çizmiş mi ne, öyle bir şey. Çocuk. Aracı çizmiş. Dayak yiyor. Aşağılanıyor. Biz “çocuk” diyoruz; adam “Suriyeli” diyor. Biz ısrarla “çocuk” diyoruz; adam “Bunlar da geldi istila etti” diyor. Biz “çocuk” diyoruz; adam “Neresi çocuk eşşek kadar” diyor.
Biz deliriyoruz.
Hepimiz ülkece deliriyoruz.
Ve vicdanımız kömürleşiyor.
Ne Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, ne Çocuk Koruma Kanunu, ne ayrımcılık yasağı, ne mülteci hakları, hiçbir şey, hiçbir şey işe yaramaz; vicdanınız kömürleşmişse, kalp gözünüz körleşmişse, o içten gelen doğal adalet duygunuz zift bağlamışsa. Ve faile verilen hiçbir ceza, o çocukların travmasını iyileştirmez. Bundan yaklaşık 2,5-3 yıl önce İzmir’de bir esnafın mendil satan bir sığınmacı çocuğa tekme tokat şiddet uyguladıktan sonra el kadar çocuğun burnunda kanla ve kaymış şapkasıyla ağladığı fotoğraf geliyor hep gözümün önüne. Boğulacak gibi oluyorum. Bütün gece ağlamıştım o haber üzerine. Adam hakkında soruşturma başlatılmıştı sonradan ama ben unutamadım o olayı ve de fotoğrafı. O çocuk unutabildi mi acaba?
Bu sevgisizlik hali, bu canilik ruhu, kendi kendine içimize gelip oturan bir şey değil. Bu yayılan bir şey. Bulaşıcı. Bulaşma yönü de yukarıdan aşağıya daha ziyade ve tabanda birikmekte. Bilmem anlatabildim mi?
Adalet duygusu bir miktar da “anlamak” ile de ilgili ki, o da bir başka yazıya kalsın.