YAZARLAR

İnsan İstanbul’da ağız tadıyla ölemiyor bile

İnsanların hayatından ölüm bilgisi o kadar uzaklaştı ki, ölüme dair her şey tuhaf geliyor. Mezarlıklar şehrin dışına çekildikçe, şehrin içindeki mezarlıkların duvarları insan boyunun üstüne üstüne çıktıkça, ölenin hatırasını yaşamak “uncool” bir şey olunca, ölümden bahsedenlere hemen “Aman sen de” dendikçe ölümün kendisi kriminal bir şey muamelesi görüyor.

Taziye, bir Murathan Mungan oyunu olmasının yanı sıra, oldukça mühim bir ritüeldir de. O esnada, taziyenin içinde birçok şeyin neden yapıldığını, o yapılanın tam olarak nereye değeceğini, siz bilmeden neleri neleri iyileştirdiğini (hadi sağalttığını da diyeyim) fark edemezsiniz.

Tuhaf bir gürültü önce. Her yerden sesler gelir, kimse bağırmaz, haykırmaz, kahkaha atmaz ama hep bir gürültü vardır. Çadır nereye kurulacak, yemeği kim yapıyor, kahveden kim sorumlu, sigara dağıtılacak mı, karşılayanlar nerede, ekmekleri kim takip ediyor, bu adam her taziyede hep en önde durur, belediyeyle konuşuldu mu, uzaktan gelen misafirler nerede kalacak... İç sesler; kimi zaman bir soy isim takılır aklınıza mesela, durmadan onu söylersiniz içinizden. Yahut taziyeye gelenlerden birinin parfüm kokusu, neydi o neydi o diye düşünürsünüz. İmam nasıl biri, yedisi ne zamandı, kırkı ne zaman çıkıyor, ilk bayramında evde olmak lazım derken, taziye denen şeyin aslında birçok başka şeye yaradığını fark edersiniz. Elbette bunun da sömürüsü mümkün, görgüsüzlük sadece düğünden değil, taziyeden de belli olur.

İstanbul’da gördüğüm ilk yakın ölümü, üniversite günlerinde epey mesaimizin olduğu yakın bir arkadaşımın babasıydı. Hastalık sürecinde de evlerine gidip gelmiştim, adamı çok da sevmiştim. Upuzun boylu, o yaşında ve o hastalıkta bile heybetli, şakacı bir adamdı. Bir keresinde kendini iyi hissettiğini söylemiş ve epey seyreltilmiş, bol sulu bir rakı içmek için masada yanımıza da oturmuştu. İstanbul’a avdet etmeden okuduğum ve daha çok Bir Gün Tek Başına’dan bildiğim Samatya, Aksaray, Laleli sokaklarını biraz da bu hastalık sürecinde keşfetmiştim. Sonra rahmet-i rahmana gittiği haberi geldi, biz de iki arkadaş hastaneye koşturduk. Aklımda “Keşke daha çok param olsaydı, taziyeye yardım ederdim” fikri vardı. Uzağa gidecekti rahmetlinin bedeni defin için; gittiğimizde neredeyse kimse yoktu hastanede. Durumu uzağa gitmesine bağlamıştım, mümkündü. Ta ki rahmetlinin kardeşinin, yani arkadaşımın amcasının, yeğeninden yani arkadaşımdan yol parası istediğini duyana kadar. İnsan İstanbul’da ağız tadıyla ölemiyordu bile. Arkadaşım amcasına yanıt yetiştirmeden hemen önce de hastanenin onlara çıkardığı borçla boğuşmuştu.

Bu hadisenin ardından, çok uzun süre İstanbul’da cenazelere gitmedim. Gitmemeye çalıştım. Bütün kararlar eninde sonunda esnemek içindir. Bir gün, çok sevdiğim bir şair vefat etti. Ahbabı olduğum bir kimse değildi, birkaç defa görmüştüm, toplasak birbirine çarpan cümlelerimiz beşi geçmez. Ama şairler zaten uzaktan daha iyi sevilirler. Kalkıp gittim, gitmezsem gerçekten “son görev” ifa etmemiş sayacaktım kendimi. Müthiş bir bahar günüydü, cenazenin kalkacağı cami İstanbul’un gözbebeği sayılır semtlerden birindeydi. Cami bahçesinden görünen çay bahçesinin ağaçlarını halen bile hatırlarım; yıllar sonra aynı camiden o bahçeye baktığımda çocuklukta yaşanan hayal kırıklığına benzer bir şey yaşamıştım. O günün mü etkisiydi artık, her şey çok büyük, çok devasa ve evet, çok güzel görünmüştü gözüme. Vakit namazı kılındı, caminin içini merak ediyordum ama girmedim. Girersem ne olur, kim ne düşünür diye de düşünmedim ama. Tek tük birkaç kişiyi gördüm içeri giren. Şadırvanın civarında bekleşiyorduk muhtemelen. Sonra cenaze namazı için cem oldu insanlar. Ben de, haliyle, bunun böyle olması gerektiğine çoktan ikna olmuş biri olarak, bunu asla hiç tartışmamış biri olarak safa dahil oldum. Çünkü orada, musallada yatan biri varsa ve onun cenazesi camiden kalkıyorsa, orada ifa edilen şey bir ibadet olmaktan çok, “helal ediyorum” deme görevini yerine getirmek diye düşünüyordum. Mesele müminliğin derecesi değil, bir şeye dahil olmak, musalladaki o insanın ruhuna bir ferahlık üflemek gayretiydi bana göre. O esnada, cami bahçesinin bir kısmında, kimi insanlar mağrur bir baş ifadesiyle namaz için cem olmuş kalabalığa bakıyordu. Babamı çay bahçesinden aramış olmalıyım. İnsan, ağız tadıyla cenaze namazında da duramıyordu İstanbul’da. “Okumuşluğun” belli ki bir şartı da buydu. Birileri söylemişti, bunlar da yerine getiriyordu işte.

Geçenlerde çok sevdiğim bir arkadaşımın babasının cenazesine gittim İstanbul’un yeni yapılmış çok uzak “şehir”lerinden birine. Şairliği kavi bu arkadaşımızın geçinmek için yaptığı reklamcılık işinden kimi meslektaşları da, arkadaşlarını yalnız bırakmamışlardı. Bahçede toplaşmış, soğuğun ısırığından, rahmetli Kemal Amca’nın ne denli matrak bir insan olduğundan, hastane sürecinden, imamın durduk yere siyaset yapmasının çiğliğinden, karşıdaki yeni apartmanın ne denli estetik dışı olduğundan ama oraya bir kamyon para veren insanların da daima bulunacağından bahsediyorduk. Yıllar önce yaşadığım “cenaze namazına katılmama mağrurluğu”nu görmemeyi umuyordum. Bu defa öyle olmadı. Sonra tabutu sırtlandık, mezarlığa gittik, Kemal Amcamızı kabrine uğurladık, toprak attık, Fatiha okuduk, ruhu ferahtadır diye umduk ve döndük. Akşam ayağımdaki çamuru gören pilot bir arkadaş, meselenin mezarlıkla alakalı olduğunu öğrenince “Geçende yabancı olarak gittiğim bir cenazede mezara inmek zorunda kaldım. Oğlu dahil hiç kimse mezara inmekten haberdar değildi, el mecbur ben indim,” dedi. Ben de gündüzün “Neden sadece birkaç kişi toprak atıyor?” diye düşünmüş, insanların bu bilgiden, böyle bir şeyin yapılabileceği bilgisinden mahrum olduğu kanaatine varmıştım. Mesele kaçmak değildi, bu bilgiden yoksun olmaktı besbelli. Gayet şahane insanlardı çünkü sonradan muhabbet ettiğimiz arkadaşlar.

Jenerik olarak İstanbul dedim ama aslında bir kentlilik halinden bahsediyor olmalıyım. İnsanların hayatından ölüm bilgisi o kadar uzaklaştı ki, ölüme dair her şey tuhaf geliyor. Mezarlıklar şehrin dışına çekildikçe, şehrin içindeki mezarlıkların duvarları insan boyunun üstüne üstüne çıktıkça, ölenin hatırasını yaşamak “uncool” bir şey olunca, ölümden bahsedenlere hemen “Aman sen de” dendikçe ölümün kendisi kriminal bir şey muamelesi görüyor. Sırf ölüm değil, ölüme dair her şey. Bir yoklayın zihninizi, son yıllarda kaç kez “Cenazelere gidemiyorum, sonra günlerce etkisinde kalıyorum”u duydunuz. Türkiye’nin yenisine eskisine çok aklım ermez ama kentlerde bir süredir ölümün tuhaf bir veba gibi algılandığını seziyorum. Sezdiğim şeye yedi bin vuruş yazmazsam iyiydi de, yazdım artık. Allah cümle rahmetli yakınımızın ruhuna rahmet etsin. Bu yazıda geçen yakınlarıma da sabırlar dilerim. Ağız tadıyla ölmek de nasiptir.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.