Film gibi sahici
Mekân saraydan hallice, mis gibi opera, müzikal izlenecek, localı bir yapı. Seyirciler altın perde açılıp da efsane Berlinale ayısı belirir belirmez alkışlamaya başlıyor. En son böyle herkesle birlikte toplu film sevincini yirmilerimde İstanbul Film Festivali’nde yaşamıştım herhalde. O da yüzyıllar öncesinden, karadan kopuk ıssız bir ada misali asılı duruyor belleğimde.
Bugünlerde bir şehrin nabzı sadece film diye atıyor. Berlin Berlinale olmuş; 68'inci Uluslararası Film Günleri, ülkenin ve dünyanın her köşesinden müdavimlerini bu özerk cumhuriyet kılıklı, gönlü zengin şehirde buluştururken, Berlinliler de günler öncesinden toparladıkları bilet koçanlarıyla sinema salonlarının açılması öncesindeki o heyecanlı kuyruklarda yerini almış bile.
Filmlere, belli bir kurgu içerisinde olmalarından mütevellit hep hayal ürünü muamelesinde bulunulur. Oysa sinema da tıpkı edebiyat gibi anlattığı hikâyelerle aslında başka türlü hayat olasılıklarını gösterir. Çoğunlukla da görmezden gelinen olasılıklardır bunlar. Yaşandığı inkâr edilen ya da yaşamaktan mahrum bırakılan olasılıklar.
Gel gör ki hayatın kendisi yalana dönüştüğünde aslında film gerçeğin ta kendisi olur. Bu hislerle izledim ben Berlinale’den payıma düşen bütün filmleri. Çünkü benim ülkemde haberler, alınan nefes, ağızdan çıkan söz, içilen su, her şey her şey yalan.
Öyle tek bir filmi türlü açılardan ele almak değil burada niyetim. Mesele o değil çünkü. Neye nasıl baktığın ve o bakışı belirleyen şu habitatla ilgiliyim. Mutluluğu minicik bahanelere bakan ama payına bolca sinir krizi düşen varlıkla…
İnsanların sevincini gözlemledim uzun uzun. Hani filmlerin yanı sıra seyircilerini izledim. Zaten işim ne, ebedi gözlemci, hikâye istifçisi. Ne olacaksa. Yapacak bir şey yok, Allah da beni böyle yaratmış. Geçmişler olsun.
Mekân saraydan hallice, mis gibi opera, müzikal izlenecek, localı bir yapı. Seyirciler altın perde açılıp da efsane Berlinale ayısı belirir belirmez alkışlamaya başlıyor. En son böyle herkesle birlikte toplu film sevincini yirmilerimde İstanbul Film Festivali’nde yaşamıştım herhalde. O da yüzyıllar öncesinden, karadan kopuk ıssız bir ada misali asılı duruyor belleğimde.
ÇAĞRIŞIMLAR DİYARINDA
Açılışı yapan Wes Anderson’un animasyon filmi Isle of Dogs, faşist baskıcı bir yönetimin köpekleri adım adım hedef gösterip, salgın hastalığa maruz bırakarak distopik bir adaya sürgün edişini anlatılıyordu. Köpeğinin peşinden giden, o baskıcı liderin evlatlığı on iki yaşındaki Atari Kobayashi’nin peşi sıra varlığa kastedildiğinde ortaya çıkan hayatta kalma ve direnme mücadelesine tanık oluyoruz. Üstelik Japonca konuşan insanlar kasten çevrilmemiş, onun yerine enfes seslendirmeli İngilizce konuşan köpeklerle bağlantıdayız. Çünkü zaten o yönetimin, resmi dilin yalandan başka anlattığı hiçbir şey yok. İşte animasyon filmini böyle görüyorum ben.
Bir diğer gün istikamet 1847 İrlandası. Bütün bir patates hasadının çürümesini fırsat bilen İngiltere’nin sömürge yönetimi, İrlanda halkını açlık ve yıkıma mahkûm ediyor. Lance Daly’nin Black 47’sinde kraliyet ordusunda çarpışıp firar eden, memleketine vardığında da bütün ailesini kaybettiğini görüp intikamına girişen Martin Feeney’nin peşine takılıyorum.
O İrlanda filminde açlıktan ve zulümden kırılan, yaşayan iskeletler halinde görünen insanlar 1915’in Ermenileri de olabilirdi. Keza uğradığı haksızlığı, İngiliz hakime kendi anadilinde İrlandaca durumunu anlatmaya çalışırken “Burada İngilizce konuşulur” cümlesini işiten ve bunun üzerine mahkemeden tercüman isteyen adam Kürt de olabilirdi. Yani bakış yamuk olunca, böyle böyle hatırlıyorsun işte. Herkesin tarihi bir film izlediği yerde “Hiç mi bir şey değişmez” diyorsun kendi kendine.
KİMLİK DAYANIŞMASI!
Rus filmi Dovlatov’da, rejim yasaklı ilan ettiği için hiçbir yazısını bastıramayan ve sonunda ABD’ye sürgüne gidip orada ölen yazar Sergey Dovlatov’la tanıştım. Öldükten sonra, nice nice on yıllar sonra kendi memleketinde de en çok okunan yazar oldu elbette. Bazı yazarlar, hülyalı bir fotoğrafa dönüşmeden kıymetlenmiyor. Dokundu içimdeki çok tanıdık bir yerlere. Annesi Ermeni babası Yahudi olan Dovlatov çocuk yaşta da sürgün yemiş. İnsanlarını, hayatlarını anlatmaya aç haliyle doğma büyüme dışarlıklı. Alexey German Jr.’nin yazarın kızıyla birlikte çalıştığı filmin bir yerinde keşkül ikram ettiler Dovlatov’a. Baştan ayağı kara mizah olan diyaloglardan biri daha işitildi: “Ermeni yanım Osmanlı’ya ait hiçbir şeyi kabul etmez.” Karşıdaki altta kalır mı? “Yahudi yanın yesin o zaman.” Dovlatov’un cevabıdır: “Bu konuda Yahudi yanım da Ermeni yanımla dayanışma içinde!” Acı acı gülümsedim çoklarına dokunmayan bu repliğe.
Sonrası kürkü dükkânı. Omurgamın dink, saçlarımın uçuşlu, yüzümün tebessümlü, ruhumun rüzgârlı olduğu o yerden geri dönüp cendereme sığışmaya çalıştım. Aynı kalp çarpıntısı ve çığlık atma isteğiyle. Sevdiklerimin, inandıklarımın tutuklandığı, riya ve vasatlığın baş tacı edildiği ve benim bir evi başıma yıkacak cinnetli öfkeye kavuştuğum yere.
Memleket denilene.