YAZARLAR

‘Görüyorsunuz, anlatmaya gerek yok…’

Şu sıralar, memleketinin güzelliklerini olanca samimiyetiyle ‘göstermeye’ çalışırken, yarı alaycı bir şekilde internet ve reklam fenomenine dönüştürülen yurttaşın büyük bir coşku ve özgüvenle yaptığı gibi memleketin halini gösterecek yolları bulmak gerekiyor belli ki: “Görüyorsunuz, anlatmaya gerek yok…”

Türkiye, 2011’de AKP’nin yüzde 50 civarında oy alarak kazandığı üçüncü seçimin ardından girdiği, esasen de 2013 yazındaki Gezi direnişinde ortaya çıkan enerjinin iktidarı olağanüstü bir korkuya sevk etmesiyle ivmelenen topyekûn ‘dönüşüm’ sürecinde epey mesafe kat etmiş durumda. 2016’daki darbe kalkışması ve peşinden gelen ‘olağanüstü’ tedbirler, iktidar açısından bu dönüşümü kolaylaştırdı.

2016 yaz sonunda, “millet için değil, devlet için ilan edildi” denilen olağanüstü hal, zaman içinde grev yasaklamalardan kar lastiğine uzanan bir dizi alanda ‘iş gören’ kanun hükmünde kararnamelerle niteliği gizlenemez bir hale geldi. Zaten artık sahipleri de OHAL’in “sadece devleti temizlemek için” kullanıldığı iddiasını tekrar etmekten vazgeçmiş durumda.

Genel olarak toplumun tüm hücrelerine nüfuz etmiş bu olağanüstü koşullar, siyasetin demokratik zeminlerini ortadan kaldırdıkça, eleştiri, müzakere ve hesap sorma/verme mekanizmaları felce uğradıkça; gündelik yaşamın ayrıntılarına, siyasetin dolaylı, ikincil fonksiyonlarına ilişkin olaylar ve tartışmalar, siyasal gerilimlerin ve pozisyonların gözlenebileceği prizmalara dönüşüyor, kaçınılmaz olarak. Sadece inşa edilen rejime muhalif olanların değil, bizzat iktidar sahipleri ve muhiplerinin de siyasal tutum ve ‘projelerini’ bildirdikleri siyaset meydanı haline geliyor bu alanlar.

Örneğin cumhuriyet rejimine ve özellikle de onun laik karakterine yönelik hakaretamiz söylevleriyle bilinen, fes takmaktan, “Yunan işgal etseydi daha iyiydi” demeye kadar varan bir dizi sembolik davranışla kendi varlığını fenomene dönüştüren bir figürün, ‘yılbaşı partisi’ tertip eden bir restoranın sahibi olduğu ortaya çıkınca, söz konusu kişi, “Bu komünistlere sormak lazım mal sahibi olmak suç mu” diyerek savunuyor kendisini; başında aynı fes ve arkasında dev bir Osmanlı devlet arması varken. Bir radikal İslamcının “bir sabah yatağında devcileyin bir liberal olarak uyandığı” bu sahnede ‘komünist’ diyerek yere çaldığı gazete ise Sözcü gazetesi.

Bir başka örneği, yine geçen haftanın ‘çok konuşulan’ olaylarından vermeli: İktidar blokunun ‘ilk ateşçi’lerinden Akit mevkutesinin görüntülü yayınında, “Sivilleri öldürecek olsak Cihangir, Nişantaşı ve Meclis’ten başlarız” diyen çığırtkanın, önce büyük bir gururla sözlerini savunması; ardından –muhtemelen ‘kurmay heyet’ten gelen tedbir kararıyla– neredeyse mağduriyetini ilan ederek istifa etmesi… “Sivil öldürme” konusunda ‘siyasi’ (yaşam biçimine göre toplum kesimleri) ve ‘fiziki’ (semt adları) harita zihniyetine sahip olan kişiyi, normal koşullarda iç savaş kışkırtıcılığı olarak mahkûm edilmesi gereken sözleri yerine “linç edildiğine” dikkat çekerek zımnen savunan ‘kurumu’, bu söylemin ihtiyaç dahilinde işlevli olabileceğini biliyor.

Tüm sınıflı toplumların, emek fazlasına el koyan egemen sınıflar lehine ‘kontrol altında’ tutulmasının iki yolu olarak kullanılan “rıza” ve “ceza” araçlarının farklı örneklerle göründüğü iki örnek bunlar aslında. İlkinde, kafir eğlencesi söyleminden yılbaşı partisini ‘mülkiyet hakkı’ ile savunmaya (kökten dincilikten liberalizme) salınan esneklikteki ideolojik tutum, bu emek fazlasının zenginliklerine sahip olan kesimlerin bir tür “rıza” üretimi olarak iş görürken; ikincide muhalif olduğu bilinen/varsayılan toplum kesimlerinin açık şiddet vaat eden bir “ceza” ile ürkütülmesi dikkat çekiyor. Her ikisinde de toplumun tümünü temsil etmesi bir yana, bir bölümünün hatta büyük çoğunluğunun emeğine el koyularak inşa edilen bir egemenliğin dolaysız savunusu tespit edilmeli.

Siyasetin ve tüm demokratik kanalların ‘beka meselesi’ parolasıyla anılan bir dayatma ile tıkanması; bir yandan “Cihangir, Nişantaşı, Meclis (elbette HDP’liler ve bazı CHP’liler)” sembolleriyle işaret edilen kesimlerin açık şiddet ile tehdit edilmesini, diğer yandan aynı kesimlere yönelik ticari faaliyetin ‘kutsal mülkiyet’ ile savunulmasını, üstelik bunların “hemen hemen aynı kişiler” tarafından yapılmasını mümkün kılıyor.

Çocuklara ve kadınlara yönelik cinsel ve fiziki vahşetin “idam” ve “zina” tartışmalarına tahvil edilmesi de bu sorunların arkasındaki egemenlik mekanizmasının, bizzat kendi bataklığından mahsul elde etmeye çalışması olarak görülebilir aynı bakışla. Toplumun gerçek sorunları yerine, mesela şeker fabrikalarının satılması yerine, ‘içinde alkol geçen şarkıların yasaklanmasını’ konuşmak, çifte kavrulmuş bir yemişe dönüşüyor nitekim. Hem ‘esas’tan kaçıyor, hem kendi dini-muhafazakar ‘usul’ünü güçlendiriyor.

Tüm bunlar olurken, ülkenin “yüzü batıya dönük, modern, seküler” büyük sermayesinin de, hesapta demokrasi ve insan hakları sorunları üzerinden sık sık ‘kaygı’ bildiren ‘uluslararası güçler’in de; Türkiye’de kontrol edebildikleri bir baskı rejiminin varlığından gerçek bir rahatsızlık duymadığı açıkça ortaya çıkıyor. En büyük sermaye gruplarının bir yandan tedbiren yurtdışına mal mülk çıkarıp öbür yandan ‘ekonomik büyüme’yi falan alkışlamaları, ‘hür dünyanın en liberal devletleri’nin. Her yeni baskı adımından bir pazarlık vesilesi çıkarmaları, Türkiye halkının ancak kendi olanak ve çabalarıyla nefes alma alanları yaratabileceği gerçeğini bir kez daha teyit ediyor.

Seçim ‘ittifakları’ ya da bugünkü düzenin bir payandasına dönüşmüş mahcup muhalefetin tembel öğrenci matematiğiyle yaptığı ‘çıkış hesapları’, başka faktörlerin de devreye girmesi sayesinde bu kez bir sonuç alabilir mi bilinmez. Ama oturdukları derme çatma TOKİ evleri kendilerine satılarak hem mülk sahibi hem de borçlu hale getirilmiş işçiler; tarımın yok edilmesiyle yoksul köylülere ve giderek şehirlere yığılan vasıfsız ucuz emek ordusuna dönüştürülen küçük üreticiler; ‘istikrar’ denilen kırbacın tehdidiyle, kendi çaresizliğinin savunulacak bir mevzi olduğu sanrısına zorlanan toplumun en alt kesimleri, sosyal yardım kalabalıkları; devleti ve onun sahiplerini kendi karşısında bir bütün ittifak olarak görmedikçe, Türkiye’nin gerçek bir ışığının olmayacağı aşikar.

Bugünlerde 28 Şubat, Balyoz ve Ergenekon davalarının yeniden gündeme gelmesiyle dikkat çeken ‘devlet içi’ gerilim ve kıpırdanmalarla, bozulmakta olduğu anlaşılan dönemsel ‘ittifaklar’ matematiğinden on yıllardır anlamlı bir sonuç çıkmıyor nitekim.

Şu sıralar, memleketinin güzelliklerini olanca samimiyetiyle ‘göstermeye’ çalışırken, yarı alaycı bir şekilde internet ve reklam fenomenine dönüştürülen yurttaşın büyük coşku ve özgüvenle yaptığına benzer şekilde, memleketin halini gösterecek yolları bulmak gerekiyor belli ki: “Görüyorsunuz, anlatmaya gerek yok…”


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.